Wednesday, December 27, 2006

 

Avrupa İnsan Hakları mahkemesi ve Adalet Divanı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Adalet Divanı(28 Aralık 2006)Hürses Gazetesi

II. Dünya Savaşından sonra, insan haklarına saldırıların önlenmesi ve dünyanın bu tür acılara tekrar dönmemesi için yeni arayışlara ve güvencelere ihtiyaç duyulmuştu. Ülkemizin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin bu anlayışların ilk ürünlerinden biri olarak 1949 yılında kuruluşuyla birlikte kişi özgürlüğü, siyasal özgürlük ve hukukun üstünlüğüne bağlı olarak bu amacı paylaşan üyeler arasında, hukuki bütünleşmeyi sağlamak amaçlandı. Konsey birçok sözleşme ve tavsiye kararı kabul etti. Bu sözleşmelerden en önemlisi 1950 tarihli İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme ya da daha çok bilinen ismiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları alanında dünyada mevcut sözleşmelerin en gelişmiş ve etkili olanı. AİHS nin getirmiş olduğu en büyük yenilik, bireyin uluslararası hukukta hak sahibi olabilmesidir. Böylelikle insan haklarının çiğnendiği iddiasıyla bireyler, devlet karşısında haklarını uluslararası yargıya taşımış oluyor.. Sözleşme, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı gösterme ödevini sadece sözleşmeci ülkelere vermemiş, hak ve özgürlüklere saygıyı sağlamak üzere Komisyon ve Divan olmak üzere iki denetim organı öngörmüştü. Ayrıca Avrupa Konseyi’nin bir organı olan Bakanlar Komitesi’ne de bir takım görevler vermişti. 1 Kasım 1998 tarihinde yürürlüğe giren Ek–11 nolu protokol ile Komisyon ve Divan’ın yerine tam zamanlı çalışan tek bir Mahkeme kuruldu ve Bakanlar Komitesi’nin yargısal görevi ortadan kaldırıldı.

Bugün AİHS denetim mekanizmasının günün koşullarına uygun duruma getirilmesi amacıyla Ek–11 nolu protokol ile yeniden düzenlenen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yanısıra Avrupa Adalet Divanını kısaca sizlere tanıtmak istiyorum.

1958'de kurulan Adalet Divanı, Avrupa Antlaşmalarının üye devletler tarafından hukuka uygun biçimde yorumlanmasını ve ulusal hukuktan üstün olarak uygulanmasını sağlıyor. Üye devletler arasında çıkan uyuşmazlıklarda, Adalet Divanı'nın yargı yetkisi mevcut. Yirmi beş yargıç ve sekiz yardımcı kanun sözcüsünden oluşan Adalet Divanı’nda, üyeler her bir üye devletten seçiliyorlar, fakat tarafsız ve bağımsız olma niteliklerini koruyorlar. Adalet Divanı'nın yükünü hafifletmek ve AB hukuk koruması kalkanını yaygınlaştırmak amacıyla 1989'da, 25 yargıçtan oluşan bir de Asliye Mahkemesi kuruldu. Asliye Mahkemesi daha çok AB rekabet kurallarının uygulanmasından çıkan anlaşmazlıklara, şirket ve kişisel başvuru davalarına bakarken, Adalet Divanı, hukuk meselelerinin üzerine gider ve üye devletlerin kanunlarının Avrupa Antlaşmalarına uygun olup olmadığına karar inceliyor ve karar bağlıyor.
Adalet Divanı ve Asliye Mahkemesinin merkezleri Lüksemburg'da bulunuyor. Üye devletler, hem Adalet Divanı hem de Asliye Mahkemesi'nin üyelerini ortak bir kararla altı yıllık süreyle atıyor. Bu süre sonunda yeniden aynı kişiler üyeliklerine üç yıl aralıklarla devam edebiliyor. Hem divanın, hem mahkemenin üyeleri, kendi ülkelerinde en yüksek adalet makamlarında görev almış hukukçulardan oluşuyor.
Adalet Divanı üye devletlerin antlaşmalara aykırı davrandığına karar verebilir, antlaşmalardan doğan yükümlüklerini yerine getirmeyen ülkelere uyarı ve para cezaları verebiliyor. Adalet Divanı, AB hukukunun yaratılmasına yardımcı olmuş ve Avrupa'nın bütünleşme sürecini hızlandırmış bulunuyor.
Divan, ulusal mahkemelerin başvurusu üzerine Birlik hukukunun çeşitli hususlarının yorumlanmasında geçerliliği hakkında kararlar alıyor. Bir hukuki işlemin bu tür tartışmalı bir husus doğurması halinde, ulusal mahkemelerden herhangi biri Avrupa Adalet Divanı’ndan ön karar isteyebiliyor. Ancak bunun için üye devlette daha yüksek bir temyiz mercii bulunmaması gerekiyor. Bu durumda Adalet Divanı'nın kararları kesin ve bağlayıcı oluyor.
Avrupa Adalet Divanı’nın merkezi Brüksel’de ve asli görevi Avrupa Antlaşmalarının üye devletlerce doğru yorumlanmasını ve uygulanmasını sağlamak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merkezi ise Strasburg’ta ve insan hakları ihlallerine karşı koruma sağlamak üzere Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak çalışıyor.

Avrupa Birliği’nin yargı alanındaki bu organları Türkiye’nin AB yolculuğuna paralel olarak, iç hukuk yolları tükendiğinde ihtiyaç duyulduğunda her geçen gün daha fazla yaşamımıza dahil olacağından hepimizi yakından ilgilendiriyor.

 

Avrupa İnsan Hakları mahkemesi ve Adalet Divanı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Adalet Divanı(28 Aralık 2006)Hürses Gazetesi

II. Dünya Savaşından sonra, insan haklarına saldırıların önlenmesi ve dünyanın bu tür acılara tekrar dönmemesi için yeni arayışlara ve güvencelere ihtiyaç duyulmuştu. Ülkemizin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin bu anlayışların ilk ürünlerinden biri olarak 1949 yılında kuruluşuyla birlikte kişi özgürlüğü, siyasal özgürlük ve hukukun üstünlüğüne bağlı olarak bu amacı paylaşan üyeler arasında, hukuki bütünleşmeyi sağlamak amaçlandı. Konsey birçok sözleşme ve tavsiye kararı kabul etti. Bu sözleşmelerden en önemlisi 1950 tarihli İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme ya da daha çok bilinen ismiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları alanında dünyada mevcut sözleşmelerin en gelişmiş ve etkili olanı. AİHS nin getirmiş olduğu en büyük yenilik, bireyin uluslararası hukukta hak sahibi olabilmesidir. Böylelikle insan haklarının çiğnendiği iddiasıyla bireyler, devlet karşısında haklarını uluslararası yargıya taşımış oluyor.. Sözleşme, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı gösterme ödevini sadece sözleşmeci ülkelere vermemiş, hak ve özgürlüklere saygıyı sağlamak üzere Komisyon ve Divan olmak üzere iki denetim organı öngörmüştü. Ayrıca Avrupa Konseyi’nin bir organı olan Bakanlar Komitesi’ne de bir takım görevler vermişti. 1 Kasım 1998 tarihinde yürürlüğe giren Ek–11 nolu protokol ile Komisyon ve Divan’ın yerine tam zamanlı çalışan tek bir Mahkeme kuruldu ve Bakanlar Komitesi’nin yargısal görevi ortadan kaldırıldı.

Bugün AİHS denetim mekanizmasının günün koşullarına uygun duruma getirilmesi amacıyla Ek–11 nolu protokol ile yeniden düzenlenen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yanısıra Avrupa Adalet Divanını kısaca sizlere tanıtmak istiyorum.

1958'de kurulan Adalet Divanı, Avrupa Antlaşmalarının üye devletler tarafından hukuka uygun biçimde yorumlanmasını ve ulusal hukuktan üstün olarak uygulanmasını sağlıyor. Üye devletler arasında çıkan uyuşmazlıklarda, Adalet Divanı'nın yargı yetkisi mevcut. Yirmi beş yargıç ve sekiz yardımcı kanun sözcüsünden oluşan Adalet Divanı’nda, üyeler her bir üye devletten seçiliyorlar, fakat tarafsız ve bağımsız olma niteliklerini koruyorlar. Adalet Divanı'nın yükünü hafifletmek ve AB hukuk koruması kalkanını yaygınlaştırmak amacıyla 1989'da, 25 yargıçtan oluşan bir de Asliye Mahkemesi kuruldu. Asliye Mahkemesi daha çok AB rekabet kurallarının uygulanmasından çıkan anlaşmazlıklara, şirket ve kişisel başvuru davalarına bakarken, Adalet Divanı, hukuk meselelerinin üzerine gider ve üye devletlerin kanunlarının Avrupa Antlaşmalarına uygun olup olmadığına karar inceliyor ve karar bağlıyor.
Adalet Divanı ve Asliye Mahkemesinin merkezleri Lüksemburg'da bulunuyor. Üye devletler, hem Adalet Divanı hem de Asliye Mahkemesi'nin üyelerini ortak bir kararla altı yıllık süreyle atıyor. Bu süre sonunda yeniden aynı kişiler üyeliklerine üç yıl aralıklarla devam edebiliyor. Hem divanın, hem mahkemenin üyeleri, kendi ülkelerinde en yüksek adalet makamlarında görev almış hukukçulardan oluşuyor.
Adalet Divanı üye devletlerin antlaşmalara aykırı davrandığına karar verebilir, antlaşmalardan doğan yükümlüklerini yerine getirmeyen ülkelere uyarı ve para cezaları verebiliyor. Adalet Divanı, AB hukukunun yaratılmasına yardımcı olmuş ve Avrupa'nın bütünleşme sürecini hızlandırmış bulunuyor.
Divan, ulusal mahkemelerin başvurusu üzerine Birlik hukukunun çeşitli hususlarının yorumlanmasında geçerliliği hakkında kararlar alıyor. Bir hukuki işlemin bu tür tartışmalı bir husus doğurması halinde, ulusal mahkemelerden herhangi biri Avrupa Adalet Divanı’ndan ön karar isteyebiliyor. Ancak bunun için üye devlette daha yüksek bir temyiz mercii bulunmaması gerekiyor. Bu durumda Adalet Divanı'nın kararları kesin ve bağlayıcı oluyor.
Avrupa Adalet Divanı’nın merkezi Brüksel’de ve asli görevi Avrupa Antlaşmalarının üye devletlerce doğru yorumlanmasını ve uygulanmasını sağlamak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merkezi ise Strasburg’ta ve insan hakları ihlallerine karşı koruma sağlamak üzere Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak çalışıyor.

Avrupa Birliği’nin yargı alanındaki bu organları Türkiye’nin AB yolculuğuna paralel olarak, iç hukuk yolları tükendiğinde ihtiyaç duyulduğunda her geçen gün daha fazla yaşamımıza dahil olacağından hepimizi yakından ilgilendiriyor.

Saturday, December 16, 2006

 

TAŞKIN İNŞAATA KATLANMA ZORUNLULUĞU

4 aralık 2006 Hürses Gazetesi Av.Şule Eyüpgiller
Bahçenin duvarı, evin balkonu, evin köşesi veya saçağı gibi çıkıntıların, kömürlük, odunluk ve hatta dükkan, ev, apartman gibi yapıların bir kısmının hemen yanındaki araziye taştığını görmüş veya bu nedenle kişiler arasındaki sürtüşmelere tanık olmuşsunuzdur. İşte bu nedenlerle vatandaşlar arasında çıkan uyuşmazlıklarda izlenecek yollar Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 725. maddesinde (1) düzenlenmiştir.
bir arazideki inşaatın diğer bir araziye tecavüz etmesi haline hukuk dilinde Taşkın İnşaat adını veriyoruz. Bu durumlarda tecavüz edilen arazinin maliki ve inşaat malikinin hak ve yükümlülüklerini belirtmek istiyorum.

Medeni Kanun madde 718 e göre, arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına, yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer. Bu kurala göre, bir arazideki inşaatın diğer bir araziye tecavüz etmesi halinde, tecavüz eden kısmın üzerinde bulunduğu arazinin bütünleyici parçası olması ve onun mülkiyetine tabi olması gerekirdi. Ancak Türk Medeni Kanunu’ndaki “taşkın inşaat” düzenlemesi ile yasa koyucu genelin ekonomik çıkarları için yapının kalıcı olması amacını güderek bu kurala istisna getirmiş bulunuyor.
Medeni Kanun madde 725 gereğince “Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur. Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.”
Bu maddeye göre yanındaki arsaya tecavüz etmiş olan inşaat ve imalat sahibi kimsenin o arsa üzerinde ayni bir hakkı varsa, bunlar o kimsenin arsasının bütünleyici parçası oluyor ve tecavüz eden kısmı irtifak hakkı olmak üzere tapuya tescil ettirebiliyor. Böyle bir irtifak hakkı yoksa, taşkın inşaat nedeniyle arsasına tecavüz edilmesi dolayısı ile zarar gören arsa sahibi tecavüzü öğrendiği tarihten itibaren 15 gün içinde itiraz etmemiş ise, taşkın inşaatın iyi niyetle yapıldığı durum ve koşullarda gerçekleştiği takdirde, inşaatı yapan kimse uygun bir bedel karşılığında tecavüz ettiği arsa üzerinde taşan kısım kendisine ayni bir hak verilmesini veya bu kısmın mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebiliyor.

Kanun’da taşkın inşaat yapanın diğer kişiye uygun bedel ödemesi öngörülüyor. Bedelin belirlenmesi ise bir takdir işi olarak hakime düşüyor. Bu durumlarda takdir hakkı kullanılmadan önce bilirkişiye başvuruluyor. Taşkın yapının kapladığı kısmın dava günündeki gerçek değeri araştırılıyor, geri kalan toprak parçasının değerinde bir eksilme olup olmadığı bu yüzden toprak sahibinin zarara uğrayıp uğramadığı inceleniyor. Bu şekilde sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde uygun bir bedel tayin ve takdir edilmesi gerekiyor.
Medeni Kanun madde 725 de belirtilen şartların gerçekleşmesi durumlarında arazi maliki taşkın inşaata katlanmaya mecbur oluyor. Bu şartlar gerçekleşmezse arazi maliki tecavüze neden olan taşkın inşaata katlanmaya mecbur değildir; tecavüz eden kısmın kaldırılmasını her zaman isteyebilir.
Benden size tavsiye, eviniz ya da arsanız var ise, komşunuzun yapmaya başlayacağı inşaata her an dikkat etmenizde yarar var. Aksi durumda çok geç olabilir; taşkın bir inşaata katlanmak zorunda kalabilirsiniz.

 

AVUKATLIK MESLEĞİNDE SORUMLULUK SİGORTASI

2 Aralık 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller
Dava sürecinde yapılabilecek hatalara karşı avukatları ve üçüncü şahısları garanti altına alan mesleki sorumluluk sigortaları gelişmiş ülkelerde zorunlu. AB sürecindeki Türkiye’de de gündeme gelecek olan hukuki meslek sigortası ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.

ABD ve Avrupa'da bir baroya kayıtlı bulunan avukatların tümü sorumluluk sigorta poliçesine sahip, sorumluluk sigortası olmayan avukatın davalara girmesine izin verilmiyor. Ülkemizde de Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde avukatların bu poliçeye sahip olması gerekecek. Şu anda Türkiye'de avukatların sadece yüzde 1'i mesleki sorumluluk sigortasına sahip; halen avukat mesleki sorumluluk sigortaları sadece uluslararası sigorta broker şirketlerinden talep edilebiliyor. Ancak yurtdışı bağlantılı şirketlerle çalışan büyük hukuk firmaları bu sigortayı alıyorlar.Avukat mesleki sorumluluk sigortaları, poliçenin yürürlükte olduğu sürece olabilecek tüm yasal problemleri kapsıyor. Avukat davayı delillere göre değil de yanlış kanılarla yürütürse ya da belli konuları ihmal ederse zarara uğrayan müvekkil, avukatı hakkında bir dava açabiliyor. Dava sonucu avukat hatalı bulunursa, sorumluluk poliçesi devreye giriyor ve avukatın zararını karşılanıyor. Üstelik sadece sadece müvekkiller değil görevi kötüye kullandığı gerekçesiyle baro ve hükümetler de dava açabiliyor.Açılan dava sonucunda avukatın bilerek adaleti yanılttığı, görevini kötüye kullandığı ortaya çıkarsa sigorta şirketi zararı ödemiyor. Aynı şekilde dolandırıcılık ve sahtekarlığa karıştığı saptanırsa da avukat teminat dışında kalıyor.
Gelişmiş ülkelerde bu alanda ödenen tazminatlar belirli olduğu için primler daha kolay hesaplanıyor, ancak Türkiye'de benzer vakalar bulunmadığı için bu tür primlerin belirlenmesinde de zorluklar yaşanıyor. Yapılan araştırmalara göre de, bu alanda son yıllarda dünyada primler hızla yükseliyor. Öyle ki son iki yılda bazı hukuk alanlarında risk çok arttığından, bu konuda çalışan avukatlardan yüzde 400 e kadar daha fazla prim talep ediliyor.
Avukatlar şu an için Türkiye'de hiçbir müşterileri bu sigortayı şart koşmadığı için prim ödemek istemiyorlarlar. Hukuki sorumluluk sigortalarının alınmamasındaki bir diğer neden ise, Türk hukuk sisteminde avukatların hatalarına verilen cezaların çok düşük miktarlarda olması.Avrupa Barolar Konseyi (CCBE)'nin sorumluluk sigortaları konusunda asgari limitler belirledi ve 700 bin Avrupalı avukatı bünyesinde toplayan CCBE, tüm Avrupa’da görev yapma yetkisi olan kendisine bağlı avukatların her hasar için 100 bin Euro olmak üzere yıllık en az 200 bin Euro asgari teminatla sigortalı olması gerektiği kararına vardı. Tabii isteyen ve ihtiyaç duyan avukatlar için bu teminat limitinin çok çok üstüne çıkmak da mümkün.
Hukuki mesleki sorumluluk sigortalarında primler, avukatların hangi alanlarda davalara baktığına göre belirleniyor, yani örneğin boşanma davaları ile ilgilenen bir avukat ile ticaret hukukunda faaliyet gösteren farklı maliyete katlanıyor. Sigorta yapılırken avukatın aldığı davaların büyüklük ve gelirlerine, hangi ülkelerde faaliyet gösterdiğine ve siciline bakılarak, daha önce davalarında hata yapıp yapmadığı da incelenerek karar veriliyor. Primler dava büyüklüklerine, alanlarına ve faaliyet gösterilen ülkelere göre çok değişiklik gösterebiliyor.

Kısaca belirtmek gerekirse, maddi bir yük getirmesine karşılık bu poliçeler de diğer sigorta türleri gibi , hem avukatların, hem de müvekkillerin rahat uyumasını sağlıyor.

 

TÜKETİCİ HAKLARI VE KÖPRÜ ÜCRETLERİ

1 Aralık 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller

Tüketici hakları, zaman zaman yurttaşlık hakları ile aynı platformda hukuki boyuta taşınabiliyor. Bunlardan biri de köprü ücretlerine yapılan zamlar konusu. Tüketici Dernekleri, geçtiğimiz aylarda köprü ve otoyol geçiş ücretlerine yapılan zamların iptali ve yürütmenin durdurulması ile ilgili Bölge İdare Mahkemesi’ne dava açtılar.

Dava dilekçesinde, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün yaptığı zammın,ekonomik dengeyi bozucu ve enflasyonu tetikleyici nitelikte olmanın yanısıra müvekkillerin menfaatlerini zedeleyecek nitelikte olduğunu ileri sürdüler. İdare’nin tüketicilerden “cebren gelir sağlama yetkisi” olmamasına rağmen, Karayolları’nın sadece “Bakanlık oluru” ile zam kararı alınarak uygulamaya konulduğuna dikkat çektikten sonra şu görüşlere yer verilmişti. Anayasa’nın 73.maddesine göre, kamu giderlerinin karşılanması için alınacak vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükleri belirleme yetkisi Bakanlar Kurulu’na aittir. Hal böyleyken, İdare’nin yetkisini aşarak yaptığı işlem hukuka aykırı görünüyor.

İdare’nin, bir kamu hizmeti faaliyetini, kar elde edeceği bir ticari sektörel faaliyet olarak gerçekleştirmesi Anayasa’ya ve İdare Hukuku’nun temel ilkelerine aykırı değil mi?. Kamu hizmetinden yararlanan yurttaşlar, müvekkillerin de içinde bulunduğu tüketiciler, Karayolları Genel Müdürlüğünün “ticari ortakları” değildir. Nitekim; Karayolları Genel Müdürlüğü’nün 2001 yılında gerçekleştirdiği zamlara ilişkin idari işlemin iptali için de da yargı yoluna başvurulmuş; Ankara 4 üncü İdare Mahkemesi "ulaşım kamusal hizmet, gelir artırıcı sektör değildir" şeklinde yaklaşımda bulunarak yürütmenin durdurulmasına karar vermişti.
.
İdarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olması ve yetki, sebep, konu, şekil ve maksat unsurlarının hukuka uygun olması gerekir. Dava konusu idari işlemin yetki, konu,sebep ve şekil açısından hukuka uygunluğu tartışmaya açık..Uygulanması halinde vatandaşın menfaatlerini haleldar edecek ve telafisi imkansız sonuçların meydana gelmesine sebep olacağı da açık.

İşleme esas alınan sebebin fiilen ve hukuken gerçekleşmiş olması kadar bu yetkinin kullanılmasını hukuken haklı kılacak bir nitelik de taşıması gerekir.Bu koşullara uyulmadan alınan takdir yetkisi içindeki işlemler sebep ve maksat unsurları yönünden sakat ve yasaya aykırı olur. Davalı İdare’nin yaptığı işlem bu yönden de yasaya aykırı ,sakat ve iptali gereken bir işlem sözkonusu.

Kanımızca, tüketici derneklerinin görüşü haklıdır. Ulaşımın devlet açısından gelir sağlayıcı bir sektör değil kamusal hizmet olduğu açıktır. İdarenin ulaşım hizmetini sağlarken maliyetinin tümünün yararlanan yurttaşlar tarafından karşılanması sözkonusu değildir. Adalet prensibi yönünden kullanan yurttaşların makul bir katılım payı ödemesi gereklidir.

 

ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİ

27 Kasım 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller
Yeni Türk Ceza yasasıyla özel hayatın dokunulmazlığına önemli sayılabilecek korumalar getirildi. Özel Hayatın Gizliliğini İhlal başlığı altında düzenlenen 134 üncü maddede kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal eden kimselerin altı aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılacağı, gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlal edilmesi halinde cezanın bir yıldan az olamayacağı hüküm altına alınmış.
İnsan hakları evrensel beyannamesinin 12’nci maddesinde, kişilerin gizli alanlarına saygı gösterilmesi düzenlenmiştir. Anayasamızın 20’ci maddesinde “herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” denmektedir Özel hayatın gerçekleşme alanı olan konut dokunulmazlığı da önemli bir yasak alandır. Bunun yanı sıra haberleşmenin gizliliği koruma altına alınmıştır.
Kişinin özel yaşamı, “Kamuya açık alan ve sır alanı” olarak ikiye ayrılabilir.
Kamuya açık alanda kişi yaşamını sürdürürken genellikle gizleme gereğini duymaz. Ancak bu alan diğer bireylerin ve yayıncıların rahatlıkla müdahale edebileceği bir alan değildir. Bu alana çok sınırlı olarak müdahale edilebilir.
Bireyin günlük yaşam faaliyetleri ve davranışları izlenemez. İzlenmesi, herhangi bir yolla kayıt yapılması veya fotoğraf çekilmesi hukuka aykırılık teşkil eder.

Ancak bu kuralın da istisnaları vardır. Yayıncılık açısından bu istisna kişinin davranışlarının haber değeri taşıması veya izninin bulunması halleridir. Eğer kişi gazetecileri davet ediyorsa, fotoğrafı çekilirkenki memnuniyeti her halinden anlaşılıyorsa zımnen de olsa izin verildiği düşünülebilir. Burada da sınırlamalar mevcut. Verilen izin kadar çekim yapılmadığı ya da görüntü alınmadığı durumlarda yine hukuka aykırılık söz konusu olabilir.
.
Özel yaşama medyanın müdahale edebileceği bir diğer alan da, yayına konu olan kişinin hukuka aykırı davranışlarda bulunduğu durumlardır. Medya mensupları bu tür olaylarla karşılaştıklarında yasalara uygun yollardan bilgi edinmek koşuluyla haber ve eleştiri amacıyla bunları yayınlayabilirler

Bireyin sır alanı ise, diğer kişilerin bilgileri dışında tutulan alandır. Aile hayatı, özel dostluklar, ikili ilişkiler ve duygusal yaşam bu kapsamda değerlendirilebilir. Doğal olarak mektuplar, anılar fotoğraflar, filmler gibi çeşitli dökümanlar gizlidir ve bunlara yönelik her türlü müdahale hukuka aykırıdır.

Hangi yolla olursa olsun elde edilmiş bulunan benzer bilgilerin hukuka aykırı bir olayın duyurulması amacı dışında kullanılması ve yayınlanması yasaktır.

Yine yargı kararlarına göre, mektup, anı ve sırlar mutlak nitelik taşıyan subjektif haklardır ve yazarının izni olmadan yayınlanması kişilik haklarına saldırı olarak nitelendirilir.

Medeni Kanunda bu konuda açık bir hüküm bulunmamakla birlikte , Fikir, Sanat Eserleri Kanunu’nda. eser niteliğinde bulunmasa bile mektup, anı ya da bunlara benzer dökümanların yazarlarının veya mirasçılarının izni olmadıkça veya ölümünden itibaren on yıl geçmedikçe yayınlanamayacağı konusunda düzenlemeler yapılmıştır..
Bu hükümlere uyulmaması halinde ilgililer tazminat davası açabilirler yanı sıra Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunabilirler.

 

AVUKATLIK SINAVI KALDIRILMALI MI ?

25 Kasım 2006 Hürses av. Şule Eyüpgiller
Avukatlık Kanunu'nun 3 üncü maddesinde; 02/05/2001 tarihinde değişiklik yapılmış “ avukatlığa kabul için Avukatlık sınavını başarmış olma” şartı getirilmişti. Daha sonra 10/05/2002 tarihinde yürürlüğe giren 4765 sayılı kanunun 1 inci maddesi avukatlık sınavının 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültelerine kaydolanlar için geçerli olacağı yasa gereği olarak ortaya çıkmıştı. Bu durumda, 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültesine kaydolup mezun olan ve avukatlık stajına başlayanların, avukatlığa kabul edilebilmek için staj bitim belgesi aldıktan sonra bu sınava girip başarılı olmak zorundaydılar.
Türkiye Barolar Birliği'nce, Avukatlık Kanunu'nun 28 nci maddesine göre sınavı fiilen gerçekleştirecek olan ÖSYM ile yapılan görüşmeler ve birlikte sürdürülen teknik çalışmalar sonuçlandırılmış Avukatlık Sınav Yönetmeliği'nin 6 ncı maddesi uyarınca Aralık ayında sınav yapılmak üzere protokol imzalanmıştı.




Geçtiğimiz günlerde Meclis Adalet Komisyonu, staj sonrasında yapılacak avukatlık sınavının uygulanmadan kaldırılmasına ilişkin kanun teklifini benimsedi. Adalet Komisyonu, staj başlangıcına alınması için Avukatlık Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa teklifi üzerinde alt komisyon tarafından hazırlanan rapor ile avukatlık sınavının kaldırılmasına ilişkin diğer bir teklifi birleştirerek görüştü.

Meclis’in CHP'li üyeleri , avukatlık sınavının kaldırılmasına karşı çıktılar. AKP'li milletvekilleri ise sınavın, avukatlık mesleğinin itibarını artırmayacağını, iyi hukukçu yetiştirilmesine katkı sağlamayacağını savundular.. Mevcut düzenlemeye karşı olanlar ise ''Bu sınavla hukukçulara itibar mı vereceksiniz?'' diyerek, stajla ilgili Avrupa standartlarında farklı bir düzenleme yapılmasının yerinde olacağını, sınavın avukatlık mesleğine katkı sağlamayacağını ileri sürüyorlar. ''Bir sınavla hiç kimse tam hukukçu olmaz'' diyerek yeni düzenlemeye destek veren milletvekilleri, temelde hukuk eğitiminin tartışılmasını öneriyorlar.

TBMM’deki görüşmelerden sonra, avukatlık mesleğine kabul edilebilmek için staj sonrası yapılacak avukatlık sınavında başarılı olma şartının kaldırılmasını öngören kanun teklifi benimsendi. Adalet Komisyonunun benimsediği kanun teklifinin, Genel Kurulda kabul edilmesi ve yasanın, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması durumunda, hazırlıkları tamamlanan sınav yapılmayacak.
Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, avukatlık sınavının kaldırılmasının tarihi bir hata olacağı görüşünde olduğunu açıkladı. Avukatlık mesleğinin itibar kaybettiğini, disiplin suçlarında artış olduğunu anlatan Özok, sınavın çözüm olmadığını ancak bir yerden başlanması gerektiğini kaydetti. Düzenlemeye karşı olduklarını belirten Özok, 23 Aralık'ta yapılacak sınavla ilgili yeni düzenleme yapmanın, halk tabiriyle ''pişmiş aşa su katma'' anlamına geleceğini belirtti. Özok, avukatlık mesleği açısından olumsuz bir karar alındığını ifade ederek, ''Teklifin yasalaşması, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı açısından çok büyük bir eksiklik yaratacaktır'' dedi.
Barolar Birliği’nin görüşlerine katılıyoruz. Gelişmiş ülkelerin hemen tümünde görülen, Avrupa Birliği müktesebatında da bulunan, mesleğe başlangıç sınavları, kamuya hizmet veren mesleklerin kalitesinin yüksek tutulmasını sağlıyor. Ülkemizde de örneğin muhasebe mesleğinde, sınav sistemi yıllardır uygulanıyor ve yarar sağlıyor.
Beş yıl önce çıkan bir yasanın ‘’son dakikada’’ uygulamadan kaldırılmasını mevzuatımızın ‘’yaz boz’’ tahtasına dönüştürülmesini desteklemek mümkün değil. Avrupa ülkelerindeki meslek standartlarına yaklaşabilmek için sınav sisteminden kaçmak değil, bu sistemi uygulamak ve geliştirmek zorundayız.

 

AVUKATLIK SINAVI KALDIRILMALI MI ?

23 Kasım 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller

Avukatlık Kanunu'nun 3 üncü maddesinde; 02/05/2001 tarihinde değişiklik yapılmış “ avukatlığa kabul için Avukatlık sınavını başarmış olma” şartı getirilmişti. Daha sonra 10/05/2002 tarihinde yürürlüğe giren 4765 sayılı kanunun 1 inci maddesi avukatlık sınavının 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültelerine kaydolanlar için geçerli olacağı yasa gereği olarak ortaya çıkmıştı. Bu durumda, 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültesine kaydolup mezun olan ve avukatlık stajına başlayanların, avukatlığa kabul edilebilmek için staj bitim belgesi aldıktan sonra bu sınava girip başarılı olmak zorundaydılar.
Türkiye Barolar Birliği'nce, Avukatlık Kanunu'nun 28 nci maddesine göre sınavı fiilen gerçekleştirecek olan ÖSYM ile yapılan görüşmeler ve birlikte sürdürülen teknik çalışmalar sonuçlandırılmış Avukatlık Sınav Yönetmeliği'nin 6 ncı maddesi uyarınca Aralık ayında sınav yapılmak üzere protokol imzalanmıştı.




Geçtiğimiz günlerde Meclis Adalet Komisyonu, staj sonrasında yapılacak avukatlık sınavının uygulanmadan kaldırılmasına ilişkin kanun teklifini benimsedi. Adalet Komisyonu, staj başlangıcına alınması için Avukatlık Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa teklifi üzerinde alt komisyon tarafından hazırlanan rapor ile avukatlık sınavının kaldırılmasına ilişkin diğer bir teklifi birleştirerek görüştü.

Meclis’in CHP'li üyeleri , avukatlık sınavının kaldırılmasına karşı çıktılar. AKP'li milletvekilleri ise sınavın, avukatlık mesleğinin itibarını artırmayacağını, iyi hukukçu yetiştirilmesine katkı sağlamayacağını savundular.. Mevcut düzenlemeye karşı olanlar ise ''Bu sınavla hukukçulara itibar mı vereceksiniz?'' diyerek, stajla ilgili Avrupa standartlarında farklı bir düzenleme yapılmasının yerinde olacağını, sınavın avukatlık mesleğine katkı sağlamayacağını ileri sürüyorlar. ''Bir sınavla hiç kimse tam hukukçu olmaz'' diyerek yeni düzenlemeye destek veren milletvekilleri, temelde hukuk eğitiminin tartışılmasını öneriyorlar.

TBMM’deki görüşmelerden sonra, avukatlık mesleğine kabul edilebilmek için staj sonrası yapılacak avukatlık sınavında başarılı olma şartının kaldırılmasını öngören kanun teklifi benimsendi. Adalet Komisyonunun benimsediği kanun teklifinin, Genel Kurulda kabul edilmesi ve yasanın, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması durumunda, hazırlıkları tamamlanan sınav yapılmayacak.
Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, avukatlık sınavının kaldırılmasının tarihi bir hata olacağı görüşünde olduğunu açıkladı. Avukatlık mesleğinin itibar kaybettiğini, disiplin suçlarında artış olduğunu anlatan Özok, sınavın çözüm olmadığını ancak bir yerden başlanması gerektiğini kaydetti. Düzenlemeye karşı olduklarını belirten Özok, 23 Aralık'ta yapılacak sınavla ilgili yeni düzenleme yapmanın, halk tabiriyle ''pişmiş aşa su katma'' anlamına geleceğini belirtti. Özok, avukatlık mesleği açısından olumsuz bir karar alındığını ifade ederek, ''Teklifin yasalaşması, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı açısından çok büyük bir eksiklik yaratacaktır'' dedi.
Barolar Birliği’nin görüşlerine katılıyoruz. Gelişmiş ülkelerin hemen tümünde görülen, Avrupa Birliği müktesebatında da bulunan, mesleğe başlangıç sınavları, kamuya hizmet veren mesleklerin kalitesinin yüksek tutulmasını sağlıyor. Ülkemizde de örneğin muhasebe mesleğinde, sınav sistemi yıllardır uygulanıyor ve yarar sağlıyor.
Beş yıl önce çıkan bir yasanın ‘’son dakikada’’ uygulamadan kaldırılmasını mevzuatımızın ‘’yaz boz’’ tahtasına dönüştürülmesini desteklemek mümkün değil. Avrupa ülkelerindeki meslek standartlarına yaklaşabilmek için sınav sisteminden kaçmak değil, bu sistemi uygulamak ve geliştirmek zorundayız.

 

GAYRİMENKUL VE OTOMOTİVDE KAMPANYALI SATIŞLAR

20 Kasım 2006 Pazartesi Hürses Av.Şule Eyüpgiller
Ülkemizde 1950 li yıllarda bankaların kura yoluyla ev dağıttığı dönemlerden bu yana herhangi bir yasal düzenlemeye konu olmadan, tüketici hakları korunmadan, gelişigüzel yapılan ve birçok tüketicinin geçmişte mağdur olmasına neden olan kampanyalı satış uygulamaları nihayet 2003 yılında düzenlenmişti. 13 Haziran 2003 tarihli Kampanyalı Satışlara İlişkin Uygulama Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik hükümleriyle kampanyalı satış, “gazete, radyo, televizyon ilânı ve benzeri yollarla tüketiciye duyurularak düzenlenen kampanyalara iştirakçi kabul edilmesi ve malın veya hizmetin daha sonra teslim veya ifa edilmesi suretiyle yapılan satış türü” olarak tanımlandı. Yönetmelikte yapılan düzenlemeyle 2005 yılı başı itibariyle gayrimenkul ve otomotivde tüm kampanyalı satışların izin belgesine bağlanması hükme bağlanmıştı. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı geçtiğimiz dönemde bu yönetmelik kapsamında ciddi denetimler yürüterek şartlarına uygun olmayan kampanyalar veya izinsiz kampanyalarla ilgili küçümsenemeyecek cezalar kesilmesine karar verdi.
Düzenlenecek kampanyalı satışlarda, belirli malların kampanyaya konu olması durumunda, “Kampanyalı Satış İzin Belgesi” alınması zorunlu tutuldu: Konut ve tatil amaçlı gayrimenkul, motosiklet, otomobil, minibüs. Gayrimenkul ve otomotiv ürünleri dışında kalan mal ve hizmetlerin, kampanyalı satış yöntemi ile satılması durumunda Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’ndan izin alınmasına gerek görülmüyor. Ülke genelini kapsayan kampanyalı satış düzenleyenler Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü’ne, yerel düzeyde kampanya düzenleyenler ise merkezlerinin bulunduğu Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü’ne müracaat ederek “Kampanyalı Satış İzin Belgesi” almak zorundalar.
Başvuru sırasında son derece kapsamlı belgeler isteniyor: Bakanlığın internet sayfasında ilan edilen örneğe uygun Kampanyalı Satış İzin Belgesi , satıcı veya sağlayıcının ticari faaliyet alanını ve kuruluşunu gösteren Ticaret Sicil Gazetesi, satıcı veya sağlayıcıyı temsil etmeye yetkili olanların noter onaylı imza sirküleri, Mali Müşavir veya Yeminli Mali Müşavir tarafından onaylı en son tarihli bilanço, İthal mallar için yurtdışındaki üretici veya yetkili dağıtıcı ile yapılan anlaşmanın yeminli tercüme bürosunca çevirisi yapılan Türkçe örneği, bir önceki yıl içerisinde düzenlediği kampanyaların sonuçları hakkında, bağımsız denetim kuruluşu tarafından düzenlenen raporun noter onaylı bir nüshası.
Malın teslim ya da hizmetin ifa süresi, sözleşmenin düzenlendiği tarihten itibaren hiçbir şekilde oniki ayı, konut ve tatil amaçlı taşınmaz mallar için ise 30 ayı geçemiyor. Kampanya düzenleme yetki belgelerinin geçerlilik süresi iki yıl olduğundan süre sonunda belgenin süresinin uzatılması gerekiyor. Kampanyalı satışlara ilişkin ilan ve reklamların Reklam Kurulunca belirlenen ilke ve esaslara uygun olması gerekiyor. Taksitli kampanyalı satış ilanlarında, kampanyanın başlangıç ve bitiş tarihleri ile kampanya konusu mal veya hizmetin peşin satış fiyatı ile varsa taksitle satış fiyatının ayrı ayrı belirtilmesi zorunlu. Kampanyalı satış izin belgesi, kampanya ilan ve reklamlarında kullanılamıyor.
Kampanyalı Satış Sözleşmelerinin belirli kurallara uygun olması gerekiyor.Kampanyalı satışlarda satıcı veya sağlayıcının son derece ayrıntılı bilgileri yazılı olarak bildirmeleri ve taraflar arasında akdedilen sözleşmenin bir nüshasını tüketiciye vermeleri zorunlu. Bu bilgiler; Tüketicinin ve kampanyayı düzenleyenin isim, unvan, açık adres, telefon ve varsa diğer erişim bilgileri, sözleşmenin tarihi, peşin satış fiyatı, toplam satış fiyatı, faiz miktarı, faizin hesaplandığı yıllık oran ve (sözleşmede belirlenen faiz oranının yüzde otuzunu geçmemek üzere) gecikme faizi oranı,borçlunun temerrüde düşmesinin hukuki sonuçları, peşinat tutarı, ödeme planı, kampanyanın bitiş tarihi, mal veya hizmetin teslim veya ifa tarihi ve şekli, marka, model, renk ve benzeri ayırıcı özellikleri.
Bu bilgilere ek olarak tüketicinin ödemelerinin, malın teslim ve hizmetin ifa edileceği tarihe kadar ne şekilde güvence altına alındığının , sigorta ettirilmesi veya banka teminatı altına alınmasına ilişkin şartların belirlenmesi önem taşıyor. Bu güvenceler sağlanmadan kampanya düzenlenmesi de sözkonusu olamıyor.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın kampanyalı satışlar alanındaki yoğun çalışmaları devam ediyor. Tüketicinin korunması konusunda bu önemli gelişmeleri memnuniyetle izlerken, bu önemli konuda yaygın, adil ve etkin uygulamaların devamını diliyoruz.

 

Kamu ihalelerinde yerli malı kullanımı

18 Kasım 2006 Hürses Gazetesi Av.Şule Eyüpgiller

Kamu İhale Kanunu’nun 63 üncü maddesinde “…..yaklaşık maliyeti eşik değerlerin üzerindeki ihalelerde; hizmet alımları ve yapım işlerinde, bütün yerli istekliler lehine, mal alımlarında ise Sanayi ve Ticaret Bakanlığı ile diğer ilgili kurum ve kuruluşların görüşleri alınarak Kurum tarafından yerli malı olarak belirlenen malları teklif eden yerli istekliler lehine, yüzde 15 oranına kadar fiyat avantajı sağlanması hususlarında, idarelerce ihale dokümanına hükümler konulabilir” hükmü yer aldığından; yerli istekliler lehine fiyat avantajı uygulanacak mal alım ihalelerinde ihale konusu malın yerli malı olarak değerlendirilme kriterleri önem taşımaktadır. Bu konuya ilişkin olarak Kamu İhale Kurumu 2004 Yılı Kamu İhale Genel Tebliği ile düzenlemeler yapmıştır.

Yerli malı, Genel Tebliğle “Tamamen Türkiye’de üretilen veya elde edilen ürünler ile üretim sürecinin önemli bir aşamasının ve ekonomik yönden gerekli görülen en son esaslı işçilik ve eylemi Türkiye’de yapılan ürünler” şeklinde tanımlanmıştır.

Bir malın yerli malı olarak değerlendirilebilmesi için Türkiye Ticaret, Sanayi, Deniz Ticaret Odaları ve Ticaret Borsaları Birliğine bağlı ilgili Oda tarafından “Yerli Malı Belgesi” ile belgelendirilmesi gerekmektedir.
Sanayi ürünlerinin yerli malı kabul edilebilmesi için; Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından düzenlenen Sanayi Sicil Belgesine sahip firmalar tarafından üretilmesi; Üretim sürecinin önemli bir aşamasının ve ekonomik yönden gerekli görülen en son esaslı işçilik ve eylemin Türkiye’de yapılmış olması şartları aranmaktadır.

Gıda ve tarımsal ürünlerin Yerli Malı olarak kabul edilebilmesi için ise, Tarım ve Köyişleri Bakanlığınca düzenlenen Gıda Sicil Belgesi ile Gıda Üretim Sertifikasına sahip üretici tarafından üretilmesi ve üretim sürecinin önemli bir aşamasının ve ekonomik yönden gerekli görülen en son esaslı işçilik ve eylemin Türkiye’de yapılmış olması şartları aranmaktadır.

Tarım ve hayvancılık ürünlerine ilişkin “Yerli Malı Belgesi”, ürünün elde edildiği yerin Ticaret Borsası tarafından Ticaret Borsasının bulunmadığı yerlerde ise Ticaret Odası veya Ticaret ve Sanayi Odaları tarafından düzenlenmektedir.
Esnaf ve sanatkarlarca üretilen ürünler, Türkiye’de çıkarılan madenler ve madencilik ürünleri ile yukarıda belirtilen ürünler dışında kalan ve bu kategorilerin hiçbirine girmeyen diğer ürünler; tümüyle Türkiye’de üretilmesi veya üretim sürecinin önemli bir aşamasının ve ekonomik yönden gerekli görülen en son esaslı işçilik ve eylemin Türkiye’de yapılmış olması şartıyla yerli malı kabul edilmektedir.Bu ürünlere ilişkin “Yerli Malı Belgesi”, üretildiği yerin Sanayi Odası veya Ticaret ve Sanayi Odası tarafından düzenlenmektedir.
Gelişmiş ülkeler, müteahhitlik hizmetleri konusunda titiz davranıyorlar ve bu tür hizmetleri

Hemen hemen her türlü ürünün yurt dışından sağlandığı, müteahhitlik hizmetlerinin de yurt dışından temin edilebildiği Ülkemizde bu hükümlerin yerli müteahhitler ve yerli ürün kullanma konusunda ne denli teşvik sağlayacağı bilinmez ama yine de Kamu İhale Kanunu’muzda bu hükmün yer alması ‘’yerli müteahhitlere imkan tanıma ‘’ ve ‘’ yerli malı kullanmayı özendirme ’’ açısından bir çaba içinde olunduğunun göstergesi olsa gerek…

 

MARKA TESCİLİ VE TESC İL EDİLEMEYEN MARKALAR

16 Kasım 2006 Hurses Gazetesi Av.Şule Eyüpgiller


Yenilikler ve markaların ticari hayatı yönlendirdiği bir çağda yaşıyoruz.Sadece ürünlerin değil insanların da marka haline gelmeye çalıştığı bir çağ…

Marka, bir girişimin mal veya hizmetlerini bir başka girişimin mal veya hizmetlerinden ayırdetme amacıyla; kişi adı, sözcük, şekil, harf, sayı, malların biçimi ve ambalajları gibi çizimle görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen, baskı yoluyla yayınlanabilen ve çoğaltılabilen her türlü işaretler olarak tanımlanıyor. Ülkemizde, Avrupa Birliği standartlarına uygun marka mevzuatı hükümleri yürürlükte. Özellikle doğrudan tüketiciye ürün sağlayan sektörler için hayati önem taşıyan marka tescili ile ilgili sizlere bilgi vermek istiyorum.

Marka tescili marka sahibine ne gibi haklar sağlıyor? Marka tescili, öncelikle tescil kapsamına giren aynı veya benzeri mal veya hizmetlerle karıştırılma ihtimalini ortadan kaldırıyor. Marka, herhangi bir işaretin tescilli markanın itibarından dolayı haksız avantaj elde edecek veya tescilli markanın ayırt edici karakterine zarar verecek nitelikteki herhangi bir işaretin izinsiz kullanılması önlüyor. Tescilli bir marka başkasına devredilebiliyor, miras yolu ile intikal edebiliyor, kullanma hakkı veya lisans konusu olabiliyor, rehin ve teminat olarak gösterilebiliyor. Tescilsiz marka kullananlar, belirtilen bu haklardan yararlanamıyorlar.
Marka tescil başvuruları ‘Türk Patent Enstitüsü, Necatibey Caddesi No:49 06430 Kızılay-Ankara” adresine yapılıyor. Markanın önceden başkası adına tescilli olup olmadığının araştırılması istenmesi halinde, Türk Patent Enstitüsü’ne belli bir ücret ödenmesi koşuluyla marka araştırılması yaptırılıyor ve sonuç rapor olarak araştırma isteyen kişi veya kuruluşa veriliyor.
Tescil edilemeyen markalar hangileri? Bunları on grup halinde sıralayabiliriz.
1- Bir işletmeye ait mal veya hizmetleri diğer işletmelerinkinden ayırt edici özelliği bulunmayan, çizimle görüntülenemeyen veya benzer biçimde ifade edilemeyen, baskı yoluyla yayınlanamayan işaretler,
2- Aynı veya aynı türdeki mal veya hizmetle ilgili olarak tescil edilmiş veya daha önce tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile ayırt edilemeyecek kadar aynı olan markalar,
3- Ticaret alanında cins, çeşit, vasıf, kalite, miktar, amaç, değer, coğrafi kaynak belirten veya malların üretildiği, hizmetlerin yapıldığı zamanı gösteren veya malların ve hizmetlerin diğer karakteristik özelliklerini belirten işaret ve adlandırmaları tek başına içeren markalar,
4- Malın özgün doğal yapısından ortaya çıkan, şeklini veya bir teknik sonucu elde etmek için zorunlu olan, kendine malın şeklini veya mala asli değerini veren şekli içeren işaretler,
5- Mal veya hizmetin niteliği, kalitesi veya üretim yeri, coğrafi kaynağı gibi konularda halkı yanıltabilecek markalar,
6- Paris Sözleşmesi gereği yetkili makamlardan kullanmak için izin alınması gerekirken alınmamış markalar,
7- Yetkili makamdan izin alınması gerekmediği halde ancak kamuyu ilgilendiren, tarihi, kültürel değerler bakımından halka mal olmuş ve ilgili mercilerin tescil izni vermediği diğer armalar, amblemler veya nişanları içeren markalar,
8- Sahibi tarafından izin verilmeyen Paris Sözleşmesi 1 inci mükerrer 6 ncı maddesine göre tanınmış markalar,
9- Dini değerleri ve sembolleri içeren markalar,
10- Kamu düzenine ve genel ahlaka aykırı markalar, redde neden olabilecek işaretler ve markalar.

Tescilli markanın koruma süresi sınırsız değil; mevzuata göre başvuru tarihinden itibaren on yıl koruma sağlanıyor. Bu süre talep üzerine onar yıllık dönemler halinde sonsuz sayıda yenilenebiliyor. Koruma süresi sona eren marka, sahibinin veya onun yetkili kıldığı vekilin talebi halinde yenileniyor. Yenileme talebinin yapılması koruma süresinin sona erdiği ayın son gününden önceki altı ay içinde gerçekleştiriliyor. Bu sürenin kaçırılması durumunda, yenileme talebi, ek ücret ödenmesi koşuluyla, koruma süresinin sona erdiği ayın son gününden itibaren altı aylık süre uzatımı içinde de yapılabiliyor. Yenilenmeyen markalar hükümsüz sayılıyor.Tescilli bir markanın, tescil tarihinden itibaren beş yıl içinde, haklı bir neden olmadan kullanılmaması veya bu kullanıma beş yıllık bir süre için kesintisiz ara verilmesi halinde, marka mahkeme kararı ile iptal ediliyor.
Globalleşen dünyamızda Firmaların marka mevzuatının inceliklerine dikkat etmeleri ve marka tescilini mutlaka yaptırmaları gerekiyor.

 

Elektronik imza: Neden ve nasıl?

11 Kasım 2006 Hurses Gazetesi Av.Şule Eyüpgiller
Okurlarımızdan zaman zaman elektronik imzaya neden gerek duyulduğu ya da neden bir yasayla böyle bir düzenleme yapıldığına ilişkin sorularla karşılaşıyorum. Bugün sizlere 2004 yılında yürürlüğe giren Elektronik İmza Kanunu ‘nun günlük hayatımıza getirdiklerini aktarmak istiyorum.

Elektronik İmza Kanunu’yla birlikte , güvenli elektronik imza, nitelikli elektronik sertifika, elektronik sertifika hizmet sağlayıcısı, doğrulama araçları gibi yeni kavramlar günlük hayatımıza girdi. Kanun, aynı zamanda hukuken geçerli ve yargı süreçlerinde kesin delil olarak kullanılabilen “elektronik delilleri” belirlemiş oldu.

Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu madde 288 e göre, mahkeme önünde ihtilaf konusu olan hertürlü işlemin değeri dörtyüz milyon lirayı geçtiği taktirde senetle ispat olunması gerekiyor. Bu durum, elektronik ticaret ve elektronik ortamda yazışmalarla yürütülen işlemlerde hukuki sorunlara yol açıyordu. 5070 sayılı kanun , “güvenli elektronik imza”nın elle atılmış imza ile aynı hukuki sonuçları doğurmasını öngörüyor. Aynı kanun, usulüne uygun olarak güvenli elektronik imza ile oluşturulan elektronik verilerin senet hükmünde olacağını esasa bağlıyor. Güvenli elektronik imza ile oluşturulan veriler, aksi ispat edilinceye kadar kesin delil sayılıyorlar.

Elektronik imza; başka bir elektronik veriye eklenen veya elektronik veriyle mantıksal bağlantısı bulunan ve kimlik doğrulama amacıyla kullanılan elektronik veri olarak tanımlanıyor. Bir bilginin üçüncü tarafların erişimine kapalı bir ortamda, bütünlüğü bozulmadan, yani orijinal haliyle ve tarafların kimlikleri doğrulanarak iletildiğini elektronik veya benzeri araçlarla garanti eden harf, karakter veya semboller elektronik imzayı oluşturuyor.

Elle atmış olduğunuz imzanın tarayıcıdan geçirilmiş hali olan sayısallaştırılmış imzaların yanısıra göz retinanız, parmak iziniz ya da sesiniz gibi biyolojik özelliklerinizin kaydedilerek kullanıldığı biyometrik önlemleri içeren sayısal imzalar kullanılabiliyor.

Elektronik İmza Kanunu’nda yeralan sayısal imza, imzalanan metine göre farklılık gösteriyor ve içeriğin matematiksel fonksiyonlardan geçirilerek eşsiz olduğu düşünülen bir değer bulunması yoluyla elde ediliyor. Yani kişilerin, elle atılan imzada olduğu şekilde tek imzası yok; bunun yerine imzalamada kullanılan anahtarları sözkonusu.
Elektronik sertifika hizmet sağlayıcıları, elektronik sertifika, zaman damgası ve elektronik imzalarla ilgili hizmetleri sağlayan kuruluşlar olarak belirleniyor. Özel kişi ve kuruluşlara nitelikli imza sertifikası satışı gerçekleştirmek üzere belirlenen iki şirketten biri olan Türktrust, e-imza konusunda elektronik sertifika sağlayıcılığının yanında bu alanda teknoloji de geliştiriyor.

Sanal ticaretin ve elektronik alışverişin giderek yaygınlaştığı, banka işlemlerinin yaygın biçimde internet üzerinden yapıldığı ülkemizde, elektronik imza konusundaki düzenlemelerin bilinmesi ve gelişmelerin izlenmesi önem taşıyor.

 

Şair ''büyük devlet adamının'' ardından

Şair ‘’büyük devlet adamının’’ ardından Ülkemizin siyasi yaşamının son kırk yılına damgasını vurmuş,Türk toplumunu “hukukun üstünlüğü”kavramıyla tanıştırmış, siyasi yaşamının yanı sıra yazar ve şairliği de birlikte yürütmüş eşsiz bir siyaset simamızın ölümünün ardından ben köşemde duyarlılığı ve edebi kişiliğiyle ilgili yazmak istedim.
Sayın Ecevit, Robert Kolej’in edebiyat bölümünden mezun olduktan sonra ailesine edebiyatçı olmak istediğini söyler . Annesi Nazlı Hanım, mimar ya da mühendis olmasını, babası da , Ankara Hukuk Fakültesi’ne yazılmasını ister. “Edebiyatçı olmak istiyorum.” diye direnen Ecevit’in bu isteği dikkate alınmaz ve Hukuk Fakültesi’ne kaydı yapılır. Ancak yalnızca üç ay dayanabilir. Ertesi yıl Dil Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi bölümüne kayıt yaptırır ve ikinci sınıftan başlar.. Ancak Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’ndeki öğrenimini tamamlamak istemez. Israrın fayda sağlamayacağını gören anne ve baba, oğulları üzerinde etkili olamadıklarını görünce karışmaktan vazgeçerler ve Ecevit, Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde tercüman olarak işe başlar… Bir süre sonra Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği Basın Ateşeliğine katip olarak gönderilir. O sıralarda Doğu mistisizmine ve Hint felsefesine büyük ilgi duyar. En büyük tutkusu da şiir yazmaktır. Adeta Doğu mistisizmi ile Batı rasyonalizmini sentezlemek ister. Rabindranath Tagore, Ezra Pound, T. S. Eliot, ve Bernard Lewis'in yapıtlarını Türkçe'ye çevirir, kendi şiirlerini de kitap halinde yayımlar ‘’Işığı Taştan Oydum’’ ve ‘’El Ele Büyüttük Sevgiyi’’ keyifle okunan ve hayatımıza dokunan şiirlerin yer aldığı iki şiir kitabı…‘’Yargı’’ şiiriyle de Türk toplumunun hayata bakışını olağanüstü bir algılamayla yansıtmıştır. YARGIÖldürenle katiliz çalanla hırsızTümümüz sanığız tümümüz savcıTümümüz suçlu tümümüz yargıç, Kimi aklar kimi suçlarızKimi bağışlar kimi asarızKendimizi başkasında, Hergün bıçak saplı,Birinin arkasındaVurulan da biziz vuran da. Sanat, düşünce ve şiir anlayışını etkileyenin, Hintli yazar, şair, edebiyatçı, Rabindranath Tagor olduğu biliyoruz.
Yine Hintli olmasa bile, Hindistan'da doğmuş, uzun yıllar Hindistan'da yaşamış bir yazar ve şair daha var: Rudyard Kipling...
Ve sanki ‘’İF’’şiirindeki her satır sayın Ecevit’in zihnine kazınmış ve yaşadığı sürece hiç unutulmamış…

 

YAPI DENETİM MEVZUATINDA ÖNEMLİ SORUNLAR

Hürses Gazetesi Av. Şule Eyüpgiller 4 Kasım 2006
17 Ağustos 1999 depremi ile gündeme gelen ve 10 Nisan 2000 tarihli Yapı Denetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ve daha sonra 29.06.2001 tarihinde yasalaşarak 13.08.2001 tarihinde yürürlüğe giren Yapı Denetimi Hakkında Kanun, uygulama yönetmeliği ve Bakanlık genelgeleri ile mevzuatı oluşturulan yapı denetimi sisteminin uygulamaları altı yılı geride bıraktı.Bu süre içerisinde inşa edilen kamu yapıları dışında kalan yapılar yapı denetim kuruluşları tarafından denetlendi, Yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren inşaat sektöründe dikkat çekici önemli gelişmeler yaşandı.Ancak, tüm toplumu ilgilendiren bu konuda yapılan düzenlemeler yeterli mi? Öngörülen yeni düzenlemeler tutarlı mı?
Son altı yılda birçok olumlu gelişme sağlandı. Yapının inşasında sorumlu olan Teknik Uygulama Sorumlusu mimar ve mühendisler görev yapamaz durumdan kurtuldu. 2000 yılına kadar önem arz eden yapıların dışında hemen hemen hiçbir yapının inşası esnasında malzeme özellikleri kontrolleri,test ve deneyler yapılmamış iken yapı denetim sistemi yürürlüğe girdi. Afetlerde yıkılan binlerce binada kullanılan malzemeler üzerinde yapılan deneyler sonucunda elde edilen değerler, olması gerekenin yaklaşık üçte biri düzeyinde, işçilik kalitesinin ise içler acısı olduğunu ortaya koymuştu.
Yapı denetim mevzuatının yürürlüğe girmesinin ötesinde, yeni sistemde, yapıların inşasında görev yapan Yapı Denetim Kuruluşları başta beton olmak üzere tüm malzemelerin öngörülen standartlara uygunluğu Yetkili Laboratuvarlar vasıtasıyla denetlemekte, yapının inşası meslek alanına göre sorumlu teknik elemanlar gözetiminde gerçekleşmekte, projelerin uygun olarak tatbiki sağlanmakta. Ancak uzmanların görüşüne göre, sektörde sadece taşıyıcı sistem bakımından ciddi bir kalite artışı sağlanmış durumda. Ayrıca kamuoyunda yapı denetim sadece yapıların depreme karşı kontrolü olarak algılanmakta. Oysa yapı denetim kuruluşları yapının inşa edildiği arsaya aplikasyonundan yapının boya, badana işlerine kadar sorumlu. Nitekim yapı denetim sistemi içerisinde inşa edilen yapılarda ısı ve su yalıtımı yapılması sağlanmış bu sayede konforlu yapı üretimi gerçekleştirilmekte. Bu değişiklik sayesinde en az afetlerin maddi hasarlarına yakın enerji tasarrufu sağlanmış olduğu belirtiliyor.
Sektördeki en önemli değişiklik yap-sat sisteminde yapı inşa eden kat üstüne dilediği gibi kat çıkan sıvasız boyasız binaların yapımını sağlayan çarpık kentleşmenin mimarı yapsatçıların kısıtlanması. Onlara göre yapı denetim kuruluşları çok para almakta bu sebeple yapı maliyetleri artmakta.
Ancak bu olumlu tespitlerin ötesinde büyük sorunlar ve geriye gidiş sözkonusu. Yasada yapılan iki değişiklikle önce 200 metrekarenin altındaki yapılar,daha sonra da tescilli eski eser yapılar yapı denetimi sistemi dışına çıkarıldı. Gerekçe olarak da yapı denetim kuruluşuna ödenen hizmet bedelinin inşaat maliyetine getirdiği yük gösterildi. Oysa yapı denetimi dışında bırakılan yapıların İmar kanunu hükümlerine fenni mesuliyetinin en az dört meslek mensubu tarafından üstlenilmesi gerekiyor ve bu kişilere ödenmesi gerekecek bedel yapı denetim hizmet bedelinin üstünde.
Yasakoyucunun, cesaretle yaptığı ancak sadece 19 pilot ile özgü olan değişikliğin arkasında yeterli dirayetle durup, yapı denetim sistemini yerleştirmek ve daha ileri götürmek yerine sistemde zaaf yaratacak değişiklikleri yürürlüğe koymakta olduğu görülüyor. Yapı denetim mevzuatında acilen revize edilerek yapılması gerekenleri Yapı Denetim Kuruluşları Birliği raporlarından sizler için özetlemek istiyorum.Kanun uygulamasının tüm Türkiye sathına yayılması ve Yapı denetim kuruluşlarının il bazında inşa edilen yapı alanları dikkate alınarak sayıları sınırlandırılması şart. Mühendis ve mimarlara ‘‘Denetçi’’ belgeleri bilgi, beceri, tecrübe ve sınav kriterleri göz önüne alınarak verilmeli. Yapı inşaat ve denetiminde yetki ve sorumluluklar net olarak belirlenmeli. Yapı denetimi kuruluşları asgari ücret tarifesi, kanunda yazılı sorumlulukların ve ayrıntılı denetim sisteminin gerektirdiği minimum giderleri karşılayacak düzeye çıkarılmalı. Asgari ücret tarifesi, küçük yapı maliyetlerinde yüksek oranlarda, büyük yapı maliyetlerinde, nispeten daha düşük oranlarda düzenlenmeli. Yapı Denetim Kuruluşlarının mesleki sorumluluk sigorta kapsamına alınarak poliçelerinin primleri, denetim ücretinin dışında, Yapı Sahibi tarafından Yapı Denetim Kuruluşuna ayrıca ödenmesi sağlanmalı. Bakanlık’ta oluşturulan bir adet Yapı Denetim Komisyonunun ötesinde her ilde Yapı Denetim Komisyonu kurulabilmeli.
Ayrıca , yerel yönetimlerin yasayı anlayış farkından kaynaklanan ve yapı denetim sisteminin işlerliği ile etkinliğini azaltan geciktirici bürokratik engeller kaldırılmalı. Özel sektör binalarının yanısıra, tüm kamu binalarının proje ve inşaatları da Yapı Denetim Kanunu kapsamına alınmalı. Yapı müteahhitliğini kimlerin yapabileceği bunlara ilişkin usul ve esaslar belirlenmeli, bilgi ve beceri sahibi olmadan dileyen herkesin bu işi yapmasının önü kapatılmalı.
Aksi halde bugün yaşanılan sorunların giderek daha da artacağı görülüyor. Sektörün içinde bulunduğu durum Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından acil olarak değerlendirilmeli ve gereği yapılmalı. Tüm uyarılara rağmen inşa ettiği yapıda aykırılıkların olmasını normal karşılayan, aykırı yaptığı işin rantından nemalanan müteahhitlere hiçbir ceza verilmeden sadece sorumlu olan yapı denetim kuruluşları kapatılarak, mimar ve mühendislerine yasak koyarak sistemin düzeltilemeyeceği aksine daha da kötüye gideceği anlaşılıyor.
Mevcut şartlar içerisinde denetim mekanizmasının etkinliğini kaybettiği görülerek gerekli düzenlemeler acil olarak yapılmalı, yapı denetim kuruluşlarının kurumsallaşmasının önü açılmalı. Mevcut yapının devamı, yetkisiz sorumluluk gibi sağlıksız bir hukuki sistemi sürdürecek ve sonuç ülkemiz için hüsran olacaktır.

 

NAFAKA ÖDEMEYENLERE NE YAPILMALI?

Hürses Gazetesi 4 Kasım 2006

Modern toplumun günden güne yaygınlaşan gerçeği boşanmada boşanma sonrası bazı eşler ekonomik olarak güçlü, yaşamlarını refah içinde sürdürebilecek maddi olanaklara sahip olsalar da yüksek miktarda nafaka talepleriyle gündeme geliyorlar. Basında sıkça yer alan karşı tarafı maddi-manevi acıtmak amaçlı bu tür nafaka taleplerinin yanısıra, yaşamını sürdürebilmek için alacağı nafakanın gününü iple çeken kadınlarımız çoğunlukta.… Bir grup gururlu boşanmış kadın da avukat bürolarında, adliye koridorlarında nafaka peşinde koşmaktansa erkeği vicdanıyla baş başa bırakıyor.

Ülkemizde nafaka talep eden genellikle kadın oluyor , nafaka borçlusu da erkekler. Ancak son yıllarda erkeklerin de nafaka taleplerini sıkça dava konusu yapmaya başladıklarını görüyoruz. Öte yandan, nafaka borçlusu erkeklerin nafaka ödemede gösterdikleri isteksizliği, ödememek için neredeyse bin dereden su getirdiklerini görüyoruz.
Nafaka alacağını tahsil edemeyen çalışmadığı için hayatını bu nafakayla südürmek zorunda olan hemcinsimin durumunu düşünmek bile istemiyorum…
Ayrıca nafaka peşinde koşan kadın ister istemez konuyu çocuğa yansıtıyor. Soruna taraf olan ve ihtiyaçları yeterli düzeyde karşılanamayan, baba ilgisi ve sevgisinden uzak kalan çocuk, ailesine yük olduğu duygusuna kapılıyor, mutsuz oluyor. Babaya olan saygısını kaybediyor.
Boşanmadan sonra on yaşındaki oğlu için aldığı nafakayı arttırmak amacıyla dava açmak zorunda kalan bir müvekkilim, oğlunun bu konudan duyduğu rahatsızlığı bana anlatırken gözyaşlarımı tutamadım.Sizlere yalnızca son cümlesini aktaracağım
‘’Anneciğim, babamın çok hataları var ama yine de onu çok seviyorum.’’
Babaların nafaka ödemekte isteksiz davranmaları, ödememek için ellerinden geleni yapmaları yalnızca ‘’Türk erkeğine ‘’ özgü bir davranış değil. Batılı ülkelerde de aynı sorunun yaşandığını görüyoruz. İngiltere’de geçtiğimiz ay bir yasa tasarısı gündeme geldi. Tasarı, nafaka ödemekte problem yaratan babalara uygulanacak yaptırımlara yer veriyor. Bu durumda olan nafaka borçlularının pasaportlarına el konulması, sokağa çıkmalarına engel olunması öngörülüyor. Kısacası ‘’elektronik kelepçe’’ takılıyor. Tasarıya en çok destek verenlerin başında Çalışma Bakanı John Hutton geliyor. Tasarı yasalaştığı takdirde nafaka borçlusu erkeklerin konunun önemini kavrayarak ödeme planlarının en başına ‘’nafaka borcu’’ nu koyacaklarını görür gibi oluyorum.
Ülkemizde de aynı konu problem olmaya devam ediyor.
Yargıtay 2002 yılında , boşandığı eşinin nafakayı kesmesiyle zor durumda kalan kadınları destekleyecek bir karar almıştı. Boşandığı eşine, mahkeme kararıyla bağlanan nafakayı ödememekte direten koca İcra Ceza Hâkimliği tarafından İcra İflas Yasası'nın 344. maddesi uyarınca 10 gün hafif hapis cezasına çarptırılmıştı.
Sanığın temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 17. Hukuk Dairesi, 17 Ekim 2001'de yürürlüğe giren son Anayasa değişikliğiyle, 'Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz' hükmünü anımsatarak cezayı bozmuştu. Yargıtay Başsavcılığı bozma kararına itiraz edince, konu Ceza Genel Kurulu'nda götürülmüştü. İcra İflas Yasası'nın nafakayla ilgili 344. maddesinin tarihi sürecini değerlendiren Genel Kurul "….. somut olayda korunmak istenen yararın 'borcun ödenmemesi' olmayıp bir mahkeme hükmünün uygulanmasının sağlanmasına ilişkin 'kamu güveni' olduğu ‘’ gerekçesiyle, Anayasa’nın 38. maddesinin. 9. fıkrasına aykırılık oluşturmayacağına karar vermişti.
O dönemde kısa bir süre nafaka borcunu ödemeyenler hapis cezasıyla karşılaştılar. Hapis cezası ile nafakayı ödeme arasındaki tercih babalara bırakılmıştı.Ancak yapılan yasa değişiklikleriyle bu uygulama ortadan kalktı.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıklamalarına göre Ülkemizde bir ayda 6 bin çift boşanıyor. Bu rakamlar göz önüne alındığı zaman nafaka konusunun önemi ortaya çıkıyor.Ayrıca çocuğun üzerinde yarattığı olumsuz duygular göz önüne alındığında İngiltere gibi ‘’elektronik kelepçe ‘’ uygulaması olmasa da yasa koyucular ve uygulayıcılar tarafından yapılabilecek çok şey olduğunu düşünüyorum.

 

SU YASASI : SULAMA VE İÇME SUYUNU ÖZELLEŞTİRİLMELİ Mİ?

2 Kasım 2006 Hürses Gazetesi Av. Şule Eyüpgiller

Ülkemizde içme suyu ve tarımsal sulama hizmetleri kamu eliyle veriliyor. Tarımsal sulama hizmeti ise öteden beri DSİ tarafından veriliyor. İçme suyu hizmetinde ise asıl sorumluluk belediyelerin iken, 1053 sayılı yasanın Bakanlar Kurulu’na verdiği yetkiye dayanılarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ne nüfusu 100 binin üzerinde olan 45 şehirde içme suyu çalışması yapma görevi verilmişti. Belediyelerin kaynakları her ülke köşesine hizmet götürmeye yeterli olamayınca DSİ devreye girmişti. Yıllarca hizmet ettiğim DSİ yetkililerinden aldığım bilgiye göre ülkemizin içme, kullanma ve endüstri suyu ihtiyacının üçte biri DSİ tarafından yapılan içmesuyu tesislerinden karşılanıyor ancak ülkemizin sulanabilir 8,5 milyon hektar arazisinin ancak üçte biri sulanabiliyor.
Son günlerde gazetelerde yeralan haberlere göre Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarımsal sulama ve içme suyu hizmetinin özel sektöre devrini öngören bir yasa hazırlığında. Kamuoyunda yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bu konuda bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.

Son dönemde, DSİ tarımsal sulama hizmetini bölgesel sulama birliklerine devretmeye başlamıştı. Bakanlık yetkilileri, DSİ nin sulama bedellerini tahsil etmekte zorlanması ve projelerin finanse edilememesi üzerine bu devre gerek duyulduğunu belirtiyorlar. Öel sektörün bu alanda tahsilatta daha etkili olacağını tahmin etmek güç değil. Ancak özel sektörün sulama konusunda yatırım yapması için projelerin iç karlılığının yeterli olması gerekiyor. Kamunun son 100 yılda içme suyu sektörüne 1,4 milyar dolarlık yatırım yaptığı, özel sektörün devreye girmesiyle kamu üzerindeki sulamadan doğan borç yükünün hafifletilebileceği öne sürülüyor. Su özelleştirmesinin temel gerekçesi bu.

Öte yandan, su hizmetlerinin özelleştirilmesine kökten karşı çıkanlar da azınlıkta değil. Su hizmetlerinin özel yatırımcılar için fethedilecek son altyapı sınırı olduğunu ve gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarına uygun olmadığını şiddetle savunan sendikalar, bazı gelişmemiş ülkelerdeki olumsuz deneyimleri örnek gösteriyorlar.

Su ve kanalizasyon hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bu alanda dünya çapında yüzde 5 olan özel sektör egemenliğinin arttırılması için IMF ve Dünya Bankası çeşitli projeler üretmeye başlamışlardı. Öncelikle 1996 yılında hükümetleri, çokuluslu şirketleri ve çeşitli Sivil Toplum Kuruluşlarını toplayarak, “Dünya Su Konseyi”ni kuruldu. Dünya su politikası için bir “beyin takımı” oluşturmayı hedefleyen konsey 1997’de Fas’ta ve 2000’de Hollanda’da, 2003’te Japonya’da ve 2006’da Meksika’da Dünya Su Forumlarını topladı. Bu forumlarda geliştirilen ortak vizyon “suyun kaynaktan çeşmeye, kanalizasyondan arıtmaya ve deşarja kadar, çokuluslu şirketlerin ve çok aktörlü bir dünya su yönetiminin kontrolü altında ve ticarileştirilmiş bir anlayış çerçevesinde temin edilmesi gerektiği” idi. Dünya Bankası özel sektörce üstlenilecek alt yapı projelerini gayet cömert bir biçimde fonluyor. Su projeleri şu anda Dünya Bankası kredilerinin yüzde 50’sini oluşturuyor. Bu fonlamalar çoğunlukla, “yoksullukla mücadele amacıyla özel sektör yatırımlarını desteklemek” hedefi doğrultusunda IFC (Uluslararası Finans Kurumu) tarafından gerçekleştiriliyor.

Su krizlerine yönelik ülkemizde de yasa hazırlığı yapılan çözüme göre “su hizmetlerinin işletme, bakım, hizmet ve gerekiyorsa altyapı yatırım maliyetinin tamamının” kullananlardan harç olarak toplanması öngörülüyor. Hizmeti alan halkı, hizmetin maliyetini ödemesi gereken müşteri olarak gören bu çözüm suyun ticarileştirilmesi ve özel sektöre karlı bir yatırım alanı olması için atılan ilk adım. Daha sonra Dünya Bankası fonlarıyla özel sektörün beslendiği arıtma tesisi, baraj, kanal yatırımları için borçlandırılan yerel yönetimler, borç yükünün altında ezilmeye başlayınca hizmetlerin ve su kaynaklarının tamamen özel sektöre devri için zorlanıyorlar. Önce yerel şirketlere devredilen hizmetler ve su kaynakları daha sonra finansman sorunları gerekçe gösterilerek çok ulusu tekellerin eline geçebiliyor. Dünya Bankası’nın yürüttüğü bu politikaların 2000’li yıllarda Filipinler, Bolivya, Gana ve Hindistan’da aile bütçesinin yüzde 25’inin su faturalarına gitmesi sonucunun yaşandığı belirtiliyor. Dünya Bankası’ndan fon alan Peru halkınınr ABD halkından 6 kat pahalıya musluk suyu kullanmaya başladığı, Güney Afrika’da yoksulların ödeyemedikleri faturalar yüzünden yerli topluluklar arasında kolera salgını başladığı, su hizmetlerinin özelleştirilmesinin ardından Fransa’da faturalar yüzde 150 oranında arttığı, İngiltere’de su dağıtım hizmetleri ihalesini alan şirketin kamu sağlığı ve çevreyi ihlal eden uygulamaları yüzünden defalarca para cezasına çarptırıldığı örnek veriliyor. Bu örnekleri değerlendirdiğimizde su hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda bir kez daha düşünmenin uygun olduğunu düşünmez misiniz?

 

ÜLKEMİZDE DERNEK ÜYELİĞİ YAYGINLAŞIRKEN

Hürses Gazetesi 30 ekim 2006 Av.Şule Eyüpgiller
Geçtiğimiz günlerde basında yer alan haberde, son bir yılda ülkemizdeki derneklerin üye sayısında yüzde 44 oranında artış olduğu açıklandı. Haberin diğer bir ilginç yönü ülkemizdeki 7 milyon dernek üyesinden 5.9 milyon unun erkek üyelerden oluşması ve nüfusumuzun yüzde onu oranında dernek üyesi bulunduğu idi. Bu ilginç haber vesilesiyle 2004 yılında Dernekler Kanununda yapılan değişiklikler ve 31.3.2005 tarihli Dernekler Yönetmeliği sonrası dernek üyeliği ile ilgili her yurttaşın bilmesi gerekenleri sizlere aktarmakta yarar görüyorum.
23.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren Dernekler Kanununda derneğin tanımı; ” kazanç paylaşma dışında, kanunlarla yasaklanmamış belirli ve ortak bir amacı gerçekleştirmek üzere, fiil ehliyetini haiz en az yedi gerçek veya tüzel kişinin, bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmek suretiyle oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kişi topluluklarını” olarak yapılmıştı.
Onbeş yaşını bitiren ayırt etme gücüne sahip küçükler; toplumsal, ruhsal, ahlaki, bedensel ve zihinsel yetenekleri ile spor, eğitim ve öğretim haklarını, sosyal ve kültürel varlıklarını, aile yapısını ve özel yaşantılarını korumak ve geliştirmek amacıyla yasal temsilcilerinin yazılı izni ile çocuk dernekler i kurabiliyor veya kurulmuş çocuk derneklerine üye olabiliyorlar. Oniki yaşını bitiren küçükler yasal temsilcilerinin izni ile çocuk dernekler ine üye olabiliyorlar ancak yönetim ve denetim kurullarında görev alamıyorlar.Çocuk derneklerine onsekiz yaşından büyükler ve tüzel kişiler kurucu veya üye olamıyorlar. Ayrıca çocuk derneklerinde kuruluş bildirimine, kurucu çocukların yasal temsilcilerinin izninin eklenmesi gerekiyor.
Medeni Kanunda belirtildiği üzere; ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır. Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmamak, yaş küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmamak yada bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm bulunmamaktır. Ergin olmak ise onsekiz yaşını doldurmuş olmak veya onsekiz yaşın doldurmamış olduğu halde evlenmiş olmak yada onbeş yaşını doldurmuş küçüklerin kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınmış olmaktır.
Tüzel kişiler de dernek üyesi olabilirler. Bu kişilerin, kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar. Tüzel kişinin iradesi, organları aracılığıyla açıklanır. Dernekler de özel hukuk tüzelkişisi olup, Medeni Kanunun 48. maddesinde belirtilen tüm hak ve yetkilere sahip bulunuyorlar. .
Derneğe üye olma ve üyelikten çıkmanın şart ve şekilleri. ile üyelerin ödeyecekleri giriş ve yıllık aidat miktarının belirlenme şekli. Dernek tüzüğüyle belirleniyor.
Derneğe üye olmaları Kanunla yasaklanmamış olan ve dernek tüzüğüne göre üye olma şartlarını taşıyan kişilerin derneğin yönetim kuruluna yapacakları yazılı üyelik başvuruları yönetim kurulunca görüşülerek en çok otuz gün içinde üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde karara bağlanıp, sonucu müracaat sahibine yazı ile duyurulması zorunlu. Derneğin, ilk genel kurul toplantısının yapılacağı tarihe kadar, dernek tüzüğünde sayıları belirtilen yönetim ve denetleme kuruları üye tam sayısının asıl ve yedeklerini oluşturabilecek sayıdan az olmamak üzere üye kayıt edilmesi zorunlu. Yönetim kurulunca, karar defterinde alınan karar ile üyeliğe kabul edilmiş bulunanlar dernek üyesi oluyorlar. Başvurusu kabul edilen üye, bu amaçla tutulacak deftere kaydediliyor.
Üyelik için kanunda veya tüzükte aranılan nitelikleri sonradan kaybedenlerin dernek üyeliği kendiliğinden sona eriyor. H iç kimse, dernekte üye kalmaya zorlanamadığı gibi, her üye yazılı olarak bildirmek kaydıyla, dernekten çıkma hakkına sahip. Dernek tüzüğünde üyelerin çıkarılma sebepleri gösterilebilir. Tüzükte çıkarma düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir.
Ülkemizde dernek üye sayısında son dönemde belirlenen artış, toplumun duyarlığının artışı olarak değerlendirilmeli. Şu anda dernek üyeleri arasında azınlıkta olan kadınlarımızın da erkek yurttaşlarımız kadar sivil toplum örgütlerine ilgi göstermeleri toplumdaki gelişmeye paralel olarak beklenecektir. Son olarak, gelişmiş bir ülke olan İsveç’te ülke nüfusuna eşit sayıda dernek üyesi olduğunu hatırlatarak “konuşan” toplumun gereği olan dernek üyelerine başarılar diliyorum.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?