Sunday, November 12, 2006

 

YABANCILARIN ÇALIŞMA İZNİ ALMASINDA İNCELİKLER

Hurses 23 Ekim 2006 Av. Şule Eyüpgiller

6.3.2003 tarihli Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun ile yabancı uyrukluların çalışma şartları ve bunları istihdam edeceklerin uymaları gereken hususlar yeniden düzenlenmiş 29.8.2003 tarihli Uygulama Yönetmeliğiyle de uygulama esasları belirlenmişti. Kanunun amacı, yabancıların Türkiye’deki çalışma izinleri ile ilgili esasları belirlemekti. Kanun, Türk Vatandaşlığı Kanununun 29 uncu maddesi, Basın Kanununun 13 üncü maddesi ve karşılıklılık ilkesi, uluslararası hukuk ve Avrupa Birliği hukuku esasları dikkate alınarak çalışma izninden muaf tutulan yabancılar dışında, Türkiye’de bağımlı ve bağımsız olarak çalışan yabancıları, bir işveren yanında meslek eğitimi gören yabancıları ve yabancı çalıştıran gerçek ve tüzel kişileri kapsıyor.

Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerde aksi öngörülmedikçe, yabancıların Türkiye’de bağımlı veya bağımsız çalışmaya başlamadan önce izin almaları gerekiyor. Mücbir nedenlere bağlı olarak, çalışmaya başlamadan önce ilgili makama bilgi vermek koşuluyla, bir ayı geçmemek ve Bakanlık onayı alınmak suretiyle çalışma izni işe başladıktan sonra da verilebiliyor.

Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerde aksi öngörülmedikçe süreli çalışma izni iş piyasasındaki durum, çalışma hayatındaki gelişmeler dikkate alınarak, yabancının ikamet izninin süresi ile hizmet akdinin veya işin süresine göre, belirli bir işyeri veya işletmede ve belirli bir meslekte çalışmak üzere en fazla bir yıl geçerli olmak üzere veriliyor. Bir yıllık kanuni çalışma süresinden sonra, aynı işyeri ve aynı meslekte çalışmak üzere çalışma izninin süresi üç yıla kadar uzatılabiliyor. Üç yıllık kanuni çalışma süresinin sonunda, aynı meslekte ve dilediği işverenin yanında çalışmak üzere, çalışma izninin süresi altı yıla kadar uzatılabiliyor.

Türkiye’ye çalışmak üzere gelen bir yabancının beraberindeki eş ve bakmakla yükümlü olduğu çocuklarına da, yabancının kendisi ile birlikte en az beş yıl kanuni ve kesintisiz ikamet etmiş olmaları kaydıyla süreli çalışma izni verilebiliyor. Türkiye’de en az sekiz yıl kanuni ve kesintisiz ikamet eden veya toplam altı yıllık kanuni çalışması olan yabancılara, iş piyasasındaki durum ve çalışma hayatındaki gelişmeler dikkate alınmaksızın ve sınırlandırılmaksızın süresiz çalışma izni verilebiliyor.

Bağımsız çalışacak yabancılara da , Türkiye’de en az beş yıl kanuni ve kesintisiz olarak ikamet etmiş olmaları koşuluyla Bakanlıkça bağımsız çalışma izni verilebiliyor.

Bazı istisnai hallerde kanunda öngörülen sürelere tâbi olmaksızın çalışma izni verilebiliyor:

1 -Bir Türk vatandaşı ile evli olan ve eşiyle Türkiye’de evlilik birliği içinde yaşayan veya evlilik birliği en az üç yıl sürdükten sonra sona ermiş olmakla birlikte Türkiye’de yerleşmiş olan yabancılar ile bunların Türk vatandaşı eşinden olan çocukları, 2-Türk Vatandaşlığı Kanununun 19, 27 ve 28 inci maddeleri çerçevesinde Türk Vatandaşlığını kaybedenler ve bunların füruğu, 3-Türkiye’de doğan veya kendi millî kanununa, vatansız ise Türk mevzuatına göre rüşt yaşını doldurmadan Türkiye’ye gelen ve Türkiye’de meslek okulu, yüksek okul veya üniversiteden mezun olan yabancılar, 4- İskân Kanunu’na göre muhacir, mülteci veya göçebe olarak kabul edilen yabancılar, 5- Avrupa Birliği üyesi ülke vatandaşları ile bunların Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşı olmayan eş ve çocukları,

6 - Yabancı devletlerin Türkiye’deki büyükelçilikleri ile konsolosluklarında ve uluslararası kuruluşların temsilciliklerinde görevli diplomat, idarî ve teknik personelin eş ve çocukları ile bu kişilerin hizmetinde çalışanlar , 7- Bilimsel ve kültürel faaliyetler amacıyla bir ayı ve sportif faaliyetler amacıyla dört ayı aşan süre ile geçici olarak Türkiye’ye gelecek yabancılar, 7- Kanunla yetki verilen bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarınca sözleşme veya ihale usulleriyle mal ve hizmet alımı, bir işin yaptırılması veya bir tesisin işletilmesi işlerinde çalıştırılacak kilit personel niteliğindeki yabancılar.

Yabancının toplam altı ayı geçmemek şartıyla Türkiye dışında bulunması çalışma süresini kesmiyor. Ancak Türkiye dışında geçirilen zaman çalışma süresinden sayılmıyor. Türkiye’de bulunmasına rağmen ikamet tezkeresini altı aydan fazla süreyle temdit ettirmeyerek ihmalde bulunan yabancının ikameti çalışma izinleri açısından kesinti sayılıyor.

 

HUKUK MESLEĞİ VE ANI KİTAPLARI

Hurses 28 Ekim 2006 Av. Şule Eyüpgiller

Anı kitapları son yıllarda en çok satanlar arasında yerini almaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde değerli yazar Çetin Altan ‘ın çok kısa bir dönem yaptığı avukatlık mesleğindeki anısını da gazetede okuduktan sonra kendi kendime sormuştum. Ülkemizde anı yayınlama geleneği çok yaygın olmasa da hemen her deneyimli gazeteci ve sanatçı anılarını yazar, yayınlar iken, neden hukukçu meslekdaşlarımız anılarını toplumla paylaşmakta cömert davranmıyorlar? Muhtemelen müvekkillerin mahremiyetini zedelememe düşüncesi, hakim olsun, savcı, ya da avukat olsun hukukçuların geniş deneyimlerinin genç kuşaklarla paylaşılmasına engel oluyor. Oysa insanların yaşamlarına doğrudan dokunan hukukçuların anılarının genç kuşaklara ne kadar çok ışık tutacağını gözardı etmek mümkün mü?

Çetin Altan 19 Ekim 2006 tarihli Milliyet gazetesindeki köşesinde onyıllar sonra ilk kez anlatıyor ; “Haberi olaydan önce yazmış olan meslektaş, Ankara Sulh Ceza Mahkemesi'ne verilmiş, bendeniz de kendisinin savunma avukatlığını almıştım. Hayatımda üç kez giydiğim avukatlık cüppesinin ilk deneyimiydi.Oturum sırasında yargıç, o zamanki Türk Ceza Yasası'na bakmak istedi, Ceza Yasası'nı bulamadı. Mübaşir, Ceza Yasası'nı, Asliye Ceza yargıcına götürüp vermişti.Yargıç da sıkıldı ve "görevsizlik" kararı vererek, dosyayı Asliye Ceza'ya gönderdi. Savunmasını aldığım meslektaş ise, ilk avukatlığımda davayı daha da beter bir duruma soktuğumu anlayamamış, sorup duruyordu bana: - Şimdi ne olacak, diye...”

Geçmişte her kuşaktan hukukçu ve meslek dışından insanın zevkle ve ibretle okuduğu değerli büyüğümüz Profesör Faruk Erem ‘in Bir Ceza Avukatının Anıları’ndan sonra, kamuoyu savcı Çetin Özek ‘in Bir Savcının Not Defterleri gibi nadir örneklerinden hukuk mesleğinin ilginç yönlerini keşfetme imkanı bulmuştu. Bu örneklerin dışında kendi imkanlarıyla anılarını yayımlayan birkaç meslekdaşım arasında Yargıtay Onursal üyesi Mehmet Kaşıkçı’nın Bir Ömür Kürsü kitabını hatırlıyorum.

Faruk Erem hocanın, adalet mekanizmasının işleyişindeki aksaklıkları, verilen cezaların; özellikle de geri dönüşü olmayan cezaların insan yaşamını nasıl alt üst ettiğini tartıştığı anı kitabı yayınlandığında büyük ilgi görmüş, hatta hukuk fakültelerinde öğrencilere yardımcı ders kitabı olarak okutulmuştu. Kitap , bir ağır ceza reisinin mesleğe yeni atıldığında verdiği bir idam kararının, emekli olduktan sonra da vicdanını rahat bırakmaması nedeniyle yaptığı hesaplaşmayı; verdiği kararın yıllar sonra yanlış çıkmasını; suçunun ne olduğu bilinmeyen bir mahkumun idam gecesini gerçekçi bir dille anlatmaktaydı. Tiyatro sahnelerinde de defalarca oyunlaştırılarak sahnelenen bu kitap topluma hukuku ve hukukçuyu gerçek yüzüyle tanıtma konusunda önemli bir görev yerine getirmişti.Bu konuda son ve güncel bir örnek, Aşina Yayınlarından çıkan Avukat Senih Özay ‘ın Ağzımı Hayra Açmadığım Davalarım anı kitabı oldu. Toplum olaylarına fazlasıyla duyarlı bir avukatın içtenlikle aktardığı yarım asırlık anılarının ilgi çekeceği kuşkusuz. Senih Özay 28 Ekim Cumartesi günü Türyap Fuarında yapacağı söyleşiyle de okurlarıyla kitabını düşüncelerini paylaşıyor. Bu tür anı kitaplarının hukukçu büyüklerimizin deneyimlerini aktarmada çok önemli bir işlev gördüğüne inanıyorum. Ülkü Tamer’in anılar kitabına verdiği başlıkla bitirelim: “YAŞAMAK HATIRLAMAKTIR”; diğer bir deyişle, anılar yaşamaktır.

 

YAPI DENETİM MEVZUATINDA ÖNEMLİ SORUNLAR

Hurses 22 Ekim 2006 Av. Şule Eyüpgiller
17 Ağustos 1999 depremi ile gündeme gelen ve 10 Nisan 2000 tarihli Yapı Denetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ve daha sonra 29.06.2001 tarihinde yasalaşarak 13.08.2001 tarihinde yürürlüğe giren Yapı Denetimi Hakkında Kanun, uygulama yönetmeliği ve Bakanlık genelgeleri ile mevzuatı oluşturulan yapı denetimi sisteminin uygulamaları altı yılı geride bıraktı.Bu süre içerisinde inşa edilen kamu yapıları dışında kalan yapılar yapı denetim kuruluşları tarafından denetlendi, Yasanın yürürlüğe girmesinden itibaren inşaat sektöründe dikkat çekici önemli gelişmeler yaşandı.Ancak, tüm toplumu ilgilendiren bu konuda yapılan düzenlemeler yeterli mi? Öngörülen yeni düzenlemeler tutarlı mı?
Son altı yılda birçok olumlu gelişme sağlandı. Yapının inşasında sorumlu olan Teknik Uygulama Sorumlusu mimar ve mühendisler görev yapamaz durumdan kurtuldu. 2000 yılına kadar önem arz eden yapıların dışında hemen hemen hiçbir yapının inşası esnasında malzeme özellikleri kontrolleri,test ve deneyler yapılmamış iken yapı denetim sistemi yürürlüğe girdi. Afetlerde yıkılan binlerce binada kullanılan malzemeler üzerinde yapılan deneyler sonucunda elde edilen değerler, olması gerekenin yaklaşık üçte biri düzeyinde, işçilik kalitesinin ise içler acısı olduğunu ortaya koymuştu.
Yapı denetim mevzuatının yürürlüğe girmesinin ötesinde, yeni sistemde, yapıların inşasında görev yapan Yapı Denetim Kuruluşları başta beton olmak üzere tüm malzemelerin öngörülen standartlara uygunluğu Yetkili Laboratuvarlar vasıtasıyla denetlemekte, yapının inşası meslek alanına göre sorumlu teknik elemanlar gözetiminde gerçekleşmekte, projelerin uygun olarak tatbiki sağlanmakta. Ancak uzmanların görüşüne göre, sektörde sadece taşıyıcı sistem bakımından ciddi bir kalite artışı sağlanmış durumda. Ayrıca kamuoyunda yapı denetim sadece yapıların depreme karşı kontrolü olarak algılanmakta. Oysa yapı denetim kuruluşları yapının inşa edildiği arsaya aplikasyonundan yapının boya, badana işlerine kadar sorumlu. Nitekim yapı denetim sistemi içerisinde inşa edilen yapılarda ısı ve su yalıtımı yapılması sağlanmış bu sayede konforlu yapı üretimi gerçekleştirilmekte. Bu değişiklik sayesinde en az afetlerin maddi hasarlarına yakın enerji tasarrufu sağlanmış olduğu belirtiliyor.
Sektördeki en önemli değişiklik yap-sat sisteminde yapı inşa eden kat üstüne dilediği gibi kat çıkan sıvasız boyasız binaların yapımını sağlayan çarpık kentleşmenin mimarı yapsatçıların kısıtlanması. Onlara göre yapı denetim kuruluşları çok para almakta bu sebeple yapı maliyetleri artmakta.
Ancak bu olumlu tespitlerin ötesinde büyük sorunlar ve geriye gidiş sözkonusu. Yasada yapılan iki değişiklikle önce 200 metrekarenin altındaki yapılar,daha sonra da tescilli eski eser yapılar yapı denetimi sistemi dışına çıkarıldı. Gerekçe olarak da yapı denetim kuruluşuna ödenen hizmet bedelinin inşaat maliyetine getirdiği yük gösterildi. Oysa yapı denetimi dışında bırakılan yapıların İmar kanunu hükümlerine fenni mesuliyetinin en az dört meslek mensubu tarafından üstlenilmesi gerekiyor ve bu kişilere ödenmesi gerekecek bedel yapı denetim hizmet bedelinin üstünde.
Yasakoyucunun, cesaretle yaptığı ancak sadece 19 pilot ile özgü olan değişikliğin arkasında yeterli dirayetle durup, yapı denetim sistemini yerleştirmek ve daha ileri götürmek yerine sistemde zaaf yaratacak değişiklikleri yürürlüğe koymakta olduğu görülüyor. Yapı denetim mevzuatında acilen revize edilerek yapılması gerekenleri Yapı Denetim Kuruluşları Birliği raporlarından sizler için özetlemek istiyorum.Kanun uygulamasının tüm Türkiye sathına yayılması ve Yapı denetim kuruluşlarının il bazında inşa edilen yapı alanları dikkate alınarak sayıları sınırlandırılması şart. Mühendis ve mimarlara ‘‘Denetçi’’ belgeleri bilgi, beceri, tecrübe ve sınav kriterleri göz önüne alınarak verilmeli. Yapı inşaat ve denetiminde yetki ve sorumluluklar net olarak belirlenmeli. Yapı denetimi kuruluşları asgari ücret tarifesi, kanunda yazılı sorumlulukların ve ayrıntılı denetim sisteminin gerektirdiği minimum giderleri karşılayacak düzeye çıkarılmalı. Asgari ücret tarifesi, küçük yapı maliyetlerinde yüksek oranlarda, büyük yapı maliyetlerinde, nispeten daha düşük oranlarda düzenlenmeli. Yapı Denetim Kuruluşlarının mesleki sorumluluk sigorta kapsamına alınarak poliçelerinin primleri, denetim ücretinin dışında, Yapı Sahibi tarafından Yapı Denetim Kuruluşuna ayrıca ödenmesi sağlanmalı. Bakanlık’ta oluşturulan bir adet Yapı Denetim Komisyonunun ötesinde her ilde Yapı Denetim Komisyonu kurulabilmeli.
Ayrıca , yerel yönetimlerin yasayı anlayış farkından kaynaklanan ve yapı denetim sisteminin işlerliği ile etkinliğini azaltan geciktirici bürokratik engeller kaldırılmalı. Özel sektör binalarının yanısıra, tüm kamu binalarının proje ve inşaatları da Yapı Denetim Kanunu kapsamına alınmalı. Yapı müteahhitliğini kimlerin yapabileceği bunlara ilişkin usul ve esaslar belirlenmeli, bilgi ve beceri sahibi olmadan dileyen herkesin bu işi yapmasının önü kapatılmalı.
Aksi halde bugün yaşanılan sorunların giderek daha da artacağı görülüyor. Sektörün içinde bulunduğu durum Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından acil olarak değerlendirilmeli ve gereği yapılmalı. Tüm uyarılara rağmen inşa ettiği yapıda aykırılıkların olmasını normal karşılayan, aykırı yaptığı işin rantından nemalanan müteahhitlere hiçbir ceza verilmeden sadece sorumlu olan yapı denetim kuruluşları kapatılarak, mimar ve mühendislerine yasak koyarak sistemin düzeltilemeyeceği aksine daha da kötüye gideceği anlaşılıyor.
Mevcut şartlar içerisinde denetim mekanizmasının etkinliğini kaybettiği görülerek gerekli düzenlemeler acil olarak yapılmalı, yapı denetim kuruluşlarının kurumsallaşmasının önü açılmalı. Mevcut yapının devamı, yetkisiz sorumluluk gibi sağlıksız bir hukuki sistemi sürdürecek ve sonuç ülkemiz için hüsran olacaktır.

 

SU YASASI : SULAMA VE İÇME SUYUNU ÖZELLEŞTİRİLMELİ Mİ?

Hurses 19 Ekim 2006 Av. Şule Eyüpgiller

Ülkemizde içme suyu ve tarımsal sulama hizmetleri kamu eliyle veriliyor. Tarımsal sulama hizmeti ise öteden beri DSİ tarafından veriliyor. İçme suyu hizmetinde ise asıl sorumluluk belediyelerin iken, 1053 sayılı yasanın Bakanlar Kurulu’na verdiği yetkiye dayanılarak Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ne nüfusu 100 binin üzerinde olan 45 şehirde içme suyu çalışması yapma görevi verilmişti. Belediyelerin kaynakları her ülke köşesine hizmet götürmeye yeterli olamayınca DSİ devreye girmişti. Yıllarca hizmet ettiğim DSİ yetkililerinden aldığım bilgiye göre ülkemizin içme, kullanma ve endüstri suyu ihtiyacının üçte biri DSİ tarafından yapılan içmesuyu tesislerinden karşılanıyor ancak ülkemizin sulanabilir 8,5 milyon hektar arazisinin ancak üçte biri sulanabiliyor.
Son günlerde gazetelerde yeralan haberlere göre Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarımsal sulama ve içme suyu hizmetinin özel sektöre devrini öngören bir yasa hazırlığında. Kamuoyunda yeterince tartışılmadığını düşündüğüm bu konuda bazı noktalara dikkat çekmek istiyorum.

Son dönemde, DSİ tarımsal sulama hizmetini bölgesel sulama birliklerine devretmeye başlamıştı. Bakanlık yetkilileri, DSİ nin sulama bedellerini tahsil etmekte zorlanması ve projelerin finanse edilememesi üzerine bu devre gerek duyulduğunu belirtiyorlar. Öel sektörün bu alanda tahsilatta daha etkili olacağını tahmin etmek güç değil. Ancak özel sektörün sulama konusunda yatırım yapması için projelerin iç karlılığının yeterli olması gerekiyor. Kamunun son 100 yılda içme suyu sektörüne 1,4 milyar dolarlık yatırım yaptığı, özel sektörün devreye girmesiyle kamu üzerindeki sulamadan doğan borç yükünün hafifletilebileceği öne sürülüyor. Su özelleştirmesinin temel gerekçesi bu.

Öte yandan, su hizmetlerinin özelleştirilmesine kökten karşı çıkanlar da azınlıkta değil. Su hizmetlerinin özel yatırımcılar için fethedilecek son altyapı sınırı olduğunu ve gelişmekte olan ülkelerin çıkarlarına uygun olmadığını şiddetle savunan sendikalar, bazı gelişmemiş ülkelerdeki olumsuz deneyimleri örnek gösteriyorlar.

Su ve kanalizasyon hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bu alanda dünya çapında yüzde 5 olan özel sektör egemenliğinin arttırılması için IMF ve Dünya Bankası çeşitli projeler üretmeye başlamışlardı. Öncelikle 1996 yılında hükümetleri, çokuluslu şirketleri ve çeşitli Sivil Toplum Kuruluşlarını toplayarak, “Dünya Su Konseyi”ni kuruldu. Dünya su politikası için bir “beyin takımı” oluşturmayı hedefleyen konsey 1997’de Fas’ta ve 2000’de Hollanda’da, 2003’te Japonya’da ve 2006’da Meksika’da Dünya Su Forumlarını topladı. Bu forumlarda geliştirilen ortak vizyon “suyun kaynaktan çeşmeye, kanalizasyondan arıtmaya ve deşarja kadar, çokuluslu şirketlerin ve çok aktörlü bir dünya su yönetiminin kontrolü altında ve ticarileştirilmiş bir anlayış çerçevesinde temin edilmesi gerektiği” idi. Dünya Bankası özel sektörce üstlenilecek alt yapı projelerini gayet cömert bir biçimde fonluyor. Su projeleri şu anda Dünya Bankası kredilerinin yüzde 50’sini oluşturuyor. Bu fonlamalar çoğunlukla, “yoksullukla mücadele amacıyla özel sektör yatırımlarını desteklemek” hedefi doğrultusunda IFC (Uluslararası Finans Kurumu) tarafından gerçekleştiriliyor.

Su krizlerine yönelik ülkemizde de yasa hazırlığı yapılan çözüme göre “su hizmetlerinin işletme, bakım, hizmet ve gerekiyorsa altyapı yatırım maliyetinin tamamının” kullananlardan harç olarak toplanması öngörülüyor. Hizmeti alan halkı, hizmetin maliyetini ödemesi gereken müşteri olarak gören bu çözüm suyun ticarileştirilmesi ve özel sektöre karlı bir yatırım alanı olması için atılan ilk adım. Daha sonra Dünya Bankası fonlarıyla özel sektörün beslendiği arıtma tesisi, baraj, kanal yatırımları için borçlandırılan yerel yönetimler, borç yükünün altında ezilmeye başlayınca hizmetlerin ve su kaynaklarının tamamen özel sektöre devri için zorlanıyorlar. Önce yerel şirketlere devredilen hizmetler ve su kaynakları daha sonra finansman sorunları gerekçe gösterilerek çok ulusu tekellerin eline geçebiliyor. Dünya Bankası’nın yürüttüğü bu politikaların 2000’li yıllarda Filipinler, Bolivya, Gana ve Hindistan’da aile bütçesinin yüzde 25’inin su faturalarına gitmesi sonucunun yaşandığı belirtiliyor. Dünya Bankası’ndan fon alan Peru halkınınr ABD halkından 6 kat pahalıya musluk suyu kullanmaya başladığı, Güney Afrika’da yoksulların ödeyemedikleri faturalar yüzünden yerli topluluklar arasında kolera salgını başladığı, su hizmetlerinin özelleştirilmesinin ardından Fransa’da faturalar yüzde 150 oranında arttığı, İngiltere’de su dağıtım hizmetleri ihalesini alan şirketin kamu sağlığı ve çevreyi ihlal eden uygulamaları yüzünden defalarca para cezasına çarptırıldığı örnek veriliyor. Bu örnekleri değerlendirdiğimizde su hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda bir kez daha düşünmenin uygun olduğunu düşünmez misiniz?

This page is powered by Blogger. Isn't yours?