Wednesday, August 30, 2006

 

ORMANLARIN KORUNMASINDA YASALAR VE DUYARSIZLIĞIMIZ

Hürses 31 Ağustos 2006 Av. Şule Eyüpgiller
Günümüzde doğal kaynakların tahribi sonucu doğanın dengesi bozulmakta ve çevre sorunları çığ gibi büyümektedir.Bu nedenle çevre sorunları ulusal nitelikten çıkıp uluslar arası nitelik kazanmaktadır.
Türkiye'de ormanların hemen tamamı devlet mülkiyetindedir ve Anayasa’mıza göre ormanlar yine devlet tarafından işletilir. İlköğretim öğrencilerine öğretildiği üzere ormanlar iklimi düzenler, su kaynaklarını dengeye sokar ve gezegendeki ekolojik zenginlikleri muhafaza eder. Gelecek kuşakların da ormanlardan faydalanabilmesinin güvence altına alınması ormanların yangına karşı korunması ve yasal olmayan kesimlerin önlenmesiyle mümkün olabilir. Yakacak veya başka alanlarda kullanılmak üzere yasal olmayan yollarla her yıl ormanlardan kesilen ağaç miktarının en az 10 milyon metreküp olduğu tahmin edilmektedir. Bu, yalnızca ekonomik bir kayıp ya da gelecek kuşakların haklarına vurulan bir darbe değil aynı zamanda ekolojik bir felaketin en önemli nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.Orman Kanunu da konuya gereken önemi vererek 68 ila 76ncı maddeleri ile ‘’orman yangınlarının önlenmesi ve söndürülmesini düzenlemiştir.
Yasal düzenlemelerin yanı sıra Ormanların yangına karşı korunması için gerekli tedbirlerin alınması buna rağmen ortaya çıkabilecek yangınlara karşı mücadelede donanımlı olmak devletin görevleri arasındadır. ‘Dünyanın bir çok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de orman varlığını tehdit eden faktörlerin başında orman yangınları gelmektedir. Orman yangınlarının çıkış sebeplerine baktığımızda, yıldırım gibi doğal nedenlerin % 5-6 oranında kaldığını, küçük bir miktarının kasıtlı olarak çıkarıldığını diğer bütün yangınların çıkış sebebinin insan olduğunu görmekteyiz... Ülkemizde çıkan orman yangınlarının yüzde 96 sında insan faktörünün rol oynadığını ve yangınların en çok 10-16 saatleri arasında meydana geldiğini resmi kaynaklardan öğreniyoruz.

Yine orman yangınlarının yüzde 80 oranında Haziran ve ekim ayları arasında meydana geldiğini gözlemliyoruz. Ülkemizin yangın haritası çıkarıldığı zaman en riskli bölgenin Akdeniz ve Ege sahillerinden İstanbul’a kadar uzanan kıyı şeridinin olduğunu görüyoruz.

Yıl boyunca Türk Hava Yollarına alınan yeni uçaklar ve nitelikleriyle ilgili haberler basında sıkça yer aldı. Ancak orman yangınlarını havadan söndürmede kullanılacak helikopter veya uçak sayısı yetersiz olmasının yanı sıra mevcut sayıda etkin olarak kullanılamıyor. İlgili bakanlık keşke birkaç uçak daha olsaydı gibi açıklamalarda bulunup bu konuya ilgiyle yaklaşan ve konunun önemini kavrayan vatandaşların isyan etmesine neden oluyor.Her yaz orman yangınlarının büyük miktarlarda ormanlarımızı yok ettiğini Türkiye ekonomisine ne miktarda darbe vurduğunu hesaplayabiliyoruz. Ekolojik zararları ise hesap etmek mümkün değil. Oysa toplum olarak yeterli duyarlığı göstermediğimiz açık bir gerçek. Her konuda katkıyı devletten bekleme alışkanlığımız da sorunun çözümünü güçleştiriyor. Orman yangınlarının önlenmesinde bireylere düşen görevler de Yasa’da yer alıyor. Ancak yangına neden olanlara karşı yeterli caza uygulanamamasının yanı sıra söndürme çalışmalarına gerekli katkıda bulunmayan vatandaşlara karşı da yaptırım uygulandığına rastlanmıyor.

Dolayısıyla ülkemiz ormanları için en tehlikeli varlığın eğitimsiz ve duyarsız "İNSAN" olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle orman yangının çıkmasına engel olmak veya çıkacak yangınların sayılarını olabildiğince azaltmak için öncelikle insanlarımızı bilgilendirmek ve eğitmek zorundayız.

Saturday, August 26, 2006

 

ÇEVRE SORUNLARI VE HUKUKİ ALTYAPI

Hürses 24 ağustos 2006 Av.Şule Eyüpgiller

Ülkemizin çevre sorunları konusundaki durumunun vahim olduğu anlaşılıyor. Çevre Bakanlığı geçtiğimiz Şubat ayında "çevre açısından Türkiye 2014’te ancak şu andaki Macaristan, Romanya ve Çek Cumhuriyeti’ni yakalayabilir. Bugünkü Almanya ve Fransa’nın düzeyine gelmek için, 2023’ü beklemek gerekiyor" açıklamasını yaptı.Çevrenin AB normlarına ulaşması için, harcanması gereken kaynak 60-70 milyar Euro olarak hesaplanıyor. Bunun 30-35 milyarı, ilk etapta, 2014 e kadar gerekiyor.. Bu kaynağın 15 milyar Eurosunun AB’den gelmesi öngörülüyor.

Çevre sorunlarının çoğunlukla küçümsenen bir boyutu , geçtiğimiz günlerde gürültü kirliliği nedeniyle kapatılan ve para cezası verilen eğlence yerleri vesilesiyle basın organlarında yoğun olarak tartışıldı. Soruları yanıtlayan İstanbul Valisi Güler de yasal altyapı eksikliklerini vurguladı.

Yapılan uygulamalar değişen yönetmeliklere uygun olarak yapılıyor. Kamuoyunda eski çevre gürültü kontrol yönetmeliği ile yeni yönetmelik arasındaki fark gözden kaçırılıyor. Hala eski yönetmeliğin 17 nci maddesindeki “90 desibele kadar müzik yapılabilir” hükmü doğrultusunda yanlış algılama var. Oysa 1986 tarihli eski yönetmelik 2005 yılı Temmuz ayında değişti.
Gürültünün kontrol ve denetimi yönetmeliğinde, yeni sistemde AB standartlarına uygun olarak “alıcı ortam” ve ” kaynak ortam” kavramları getirildi. Alıcı ortamın, normal gürültü şiddetiyle gürültünün yapıldığı mekandan kaynaklanan şiddet arasında belli mekanlara göre 5 veya 10 desibelden fazla fark olmaması öngörüldü. Yani 90 desibele kadar gürültü yapılabilir, üstünde yapılamaz değerlendirmesi artık geçerli değil. Bu nedenle önce alıcı ortamın ölçümü yapılıyor daha sonra o mekanda değil o mekandan çıkan gürültünün yansıdığı mekanlarda ölçüm yapılıyor.
Yönetmelik gereği, gürültü ile ilgili sorunlar, belediye sınırları içerisinde belediyeye, dışında ise ilin en yüksek mülki amirinin görev alanı içerisinde kalıyor.
Yapılan kontrollerden sonra mekan kapatılmadan önce ilgilinin uyarıldığını ve bir çoğu için de 3 keze varan para cezası uygulaması yapıldığını görüyoruz. Gerekli uyarılar sonrası ilgililer toplantıya davet edilerek gerekli ikazlarda yapılıyor. Ancak hiçbir müessese gürültü kirliliğini önlemeye yönelik teknik çalışma içerisine girmiyor. Kendilerinden beklenen duyarlılığı göstermiyorlar. Bir yandan denetimlerin devam ettiğini gözlemliyoruz. Bu aşamada Mahkeme’ye başvurularak alınan karar kesin bir karar değil;sadece yürütmenin durdurulmasına ilişkin. Ancak daha sonra gürültünün önlenmesine ilişkin Kanunlar, Yönetmelikler uygulanarak bir karar veriliyor. Alınacak olan kararların istikrarlı bir şekilde uygulanması önem taşıyor. Çağdaş toplumlarda kimsenin gürültü yapmaya ve çevresindekileri rahatsız etmeye hakkı olmadığı kabul ediliyor.
İstanbul’da özellikle boğaz civarında başlatılan denetimlerin Antalya, Bpdrum,Marmaris gibi Türkiye’nin tüm sayfiye kentlerinde yoğunlaştırıldığını görüyoruz. Sabit mekana sahip eğlence yerlerinin yanı sıra Boğaz’da teknelerden yayılan müziğinde denetime tabi tutulduğunu görüyoruz.
Eğlence mekanlarının turizmle ilgili hassasiyetlerini göz ardı etmemek gerek, o sektörün öncelikleri göz önüne alınmalı. Ama her şeyden önce vatandaşın ruh ve psikolojik sağlığı, kişi hak ve hürriyetleri, huzur ve güvenlikleri de devletin görevleri arasında. Bu konuda dengeyi sağlayabilmek için eğlence mekanlarının gürültü kirliliğini önleyecek teknik donanımları mutlaka koymaları gerekiyor.
Öte yandan Büyükşehir Belediyesi bununla ilgili canlı müziğin hangi saatler arasında yapılabileceğine ilişkin bir karar da aldı. Büyükşehir Belediyesi Meclis Encümeni hafta arası saat 24:00, Cuma ve Cumartesi 01:00'den sonra açıkta canlı müzik yapılamayacağını öngördü. Valiliğin kontrolleri devam ediyor. Gerekli uyarılar yapılıyor ve büyük para cezaları kesiliyor. Ayrıca mahkemelerin verdiği kararlar hızla yerine getiriliyor.Valiliğe resmi olarak Cuma günü verilmiş olan yargı kararlarının ertesi gün uygulamaya konulduğunu görüyoruz. Bu konuda hem Çevre Müdürlüğü hem de yetki devirleri yapılmış olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yetkilileri ve ayrıca güvenlik yetkilileri, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanununun kendilerine verdiği yetkiyi kullanarak gürültünün oluştuğu anda buna mani olmak için yetkileri dahilinde her yolu deniyorlar.
Son dönemde kamuoyunda da gürültü kirliliğine karşı haklı bir duyarlılık oluşması özellikle de ilgililerin şikayetlerinin anında değerlendirilip önlem alınması oldukça sevindirici… Bu konuda yeni Yönetmelik uyarınca Yargının verdiği kararlar henüz kesin karar değil. Ancak umarız bu tür eğlence yerlerinin, yaz aylarının başından bu yana basının ve ilgili kurumların gündeminden düşmeyen gürültü kirliliğiyle ilgili polemikleri gelecek yaza kadar çözümlenir ve gösterilen çabalar doğrultusunda gerekli koruyucu önlemler alınır ve huzur içinde gürültüsüz bir 2007 yazı yaşarız.


 

KREDİ KARTI DOLANDIRICILIĞINA DİKKAT

Hürses 21 ağustos 2006 Av.Şule Eyüpgiller

Son yıllarda kredi kartı kullanımının artmasıyla kredi kartı dolandırıcılığı da arttı. Özellikle her köşe başında adeta önüne gelen herkese kredi kartı vermeye çalışan banka görevlilerinin yoğun çabalarının da önemli katkısı olduğu bir gerçek.
Sahte para gibi sahte kredi kartı basan dolandırıcılar çeşitli yöntemler kullanıyorlar. Adli kayıtlara göre bugüne kadar 10 çeşit kredi kartı dolandırıcılığı saptanmış.Ancak en tehlikelisi kopyalama yoluyla yapılan sahte kredi kartları. Bu yöntemde kopyalanan karttaki bütün bilgiler gerçeği yansıttığı için dolandırıcılığın ispatı çok daha zor oluyor.
Dolandırıcılar bazen bankaların posta yoluyla gönderdikleri kredi kartını ele geçirerek bazen de çalıntı kartları kullanarak teknolojik imkanlardan yararlanarak kopyalama yapıyor ve kredi kartı sahibinin hesabını boşaltabiliyorlar.
Dolandırıcıların genellikle kart bilgilerine internet üzerinden ulaştıkları göz önünde bulundurularak güvenilir olmayan sitelere kişisel bilgi verilmemesi önem taşıyor.

Özellikle İnternet üzerinden yapılan alışverişlerin yaygınlaşmasıyla sorumluluğun kimde olduğu sorusuna yanıt aranmaya başlandı.Sahte kredi kartı kullanımında sorumluluğun kime ait olduğu tartışmaları sürerken İstanbul 6'ncı Ticaret Mahkemesi, sahte kredi kartıyla yapılan alışverişlerde sorumluluğun kartı veren bankada olduğuna karar verdi. Davaya konu ürünü satan şirket, ödeme döneminde ürün bedelinin karşılığının, hesabına yatırılmaması üzerine ilgili bankaya müracaat ederek ödeme talebinde bulunuyor. Ancak banka "Kartlar sahte çıktı, bu nedenle para ödeyemiyoruz" şeklinde bir yanıt veriyor.Bunun üzerine şirket bankaya dava açıyor.

Mahkeme yaptığı incelemelerde ilgili şirketin, yapılan satış sırasında bütün kimlik kontrollerini titizlikle yaptığını , ancak kart kopyalanmış olduğu için sahteciliğin anlaşılamadığını belirledi. Mahkeme, gerekçeli kararda ‘’üye işyerinin, kontrol ile ilgili yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmediği kanıtlanamamıştır. Bankanın, satış bedellerini bloke ederek üye işyerine ödememesinde haksız olduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır ‘ ifadesine yer verdi . Yargıtay ilgili Hukuk Dairesi’nin 2 yıl süren incelemeleri sonunda, 4 yıl devam eden yargılama süreci tamamlandı ve adı geçen karar oybirliğiyle onandı
Bu tür olaylarda kusurun bankanın üzerinde kalmasının konunun kökten çözümlenmesini sağlayamayacağı açık…Kredi kartı dolandırıcılıklarının önlenmesinde tüm kesimlere görev düşüyor. İstanbul Barosu Bilişim Hukuku Merkezi tarafından , Bankalararası Kart Merkezi uzmanlarının ve çeşitli üniversitelerin katıldığı toplantılar düzenleniyor. Bu toplantılarda ‘’Banka ve Kredi Kartı Suçları’’ ve ‘’Türk Ceza Kanun’unda bilişim suçları’’ ele alınıyor. Kredi kartı kullananların yanı sıra ilgili meslek kuruluşlarının bu tür suçları önleme konusundaki yoğun çabaları mutlaka yarar sağlayacaktır.

 

SAĞLIKSIZ GIDA MADDELERİNE KARŞI KORUNMASI

Şule Eyüpgiller Hürses 26 Ağustos 2006
Türk Ceza Kanunu son düzenlemeleriyle insan sağlığını istismara yönelik suçları ağır yaptırımlara bağladı, yenilecek içilecek şeylerin halkın sağlığını tehlikeye atmayacak şekilde üretilmesini, bu mükellefiyete uymayanların hapis ve ağır para cezası ile cezalandırılmasını öngördü.
Ancak ceza hukukumuzdaki bu güncellemelere karşın hileli gıda üretimi ve satımı nedeniyle ilgililer yalnızca para cezası ile cezalandırılıyor. Üstelik önemsiz miktarlarda kesilen para cezaları caydırıcı olmuyor, doğal olarak aynı suçun tekrarlanmasına neden oluyor.

Yasanın 396. maddesi ‘Genel sağlık için tehlikeli gıda maddeleri satma” , 397.maddesi ‘’ Reçeteye aykırı ilaç yapma suçu‘’, 398. maddesi ‘’Tabii olmayan gıda maddesini tabii olarak satma ‘’ başlığı altında düzenlendi. Bu maddeler suçu işleyen kişi veya firma için hem cezai hem parasal müeyyideler getiriyor. Bu müeyyidelerin takibi ve uygulanması hayati önem taşıyor.

İstanbul Gıda Mühendisleri Odasının zaman zaman yaptığı açıklamalardan , soframıza gelen birçok gıdanın hileli olduğunu öğreniyoruz. Kırmızı bibere kiremit tozu, zeytine tekstil boyası katıldığını, bayat tavukların ise çamaşır suyuyla beyazlatılarak piyasaya sürüldüğünü odanın resmi açıklamalarından öğreniyoruz.
Taklit ürün üreten ve satanların hukuki durumunu geçen haftaki yazımda dile getirmiştim. Taklit çanta , tişört ve benzeri ürünleri satan bir satıcı üç yıl hapisle cezalandırılırken, hileli ve sağlıksız gıda satıcısı önemsiz bir para cezası ile kurtuluyor. Hileli gıdayı tüketici olarak tüketmeden önce ayıramayız. Hileli gıdanın anlaşılmasının tek yolu, sürekli denetim ve gıdanın labaratuvar ortamında testten geçirilmesidir . Üstelik 2004 yılında Tarım Bakanlığı’nın almış olduğu karara göre "Kırmızı et kıymasına yüzde yirmi oranında tavuk kıyması katılabilir" kararı ile hileli gıdanın önünün açılmıştır.

Denetimlerdeki yetersizlikler sebebiyle önceki yıllarda İzmir’de domuz eti katılan çiğköftenin çok sayıda insanı zehirlemesi olayının unutulması imkansız. Türkiye’de 40 bin gıda firması ve yaklaşık 400 bin satış noktası bulunmasına rağmen, toplamda sadece 9 bin gıda denetmeni ve laboratuvar uzmanının görev yapması, sağlıksız ürünlerle mücadeledeki fiziki yetersizliği ortaya koymaya yeterli sanırım.
Sevindirici bir gelişme de son 10 yıl içinde her sektörde firmaların birbirini yasal yollarla denetlemesine imkân tanıyan mahkeme kararları ile ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi 1996 yılında Almanya’da Türk marketlerinde denetleme yapan Alman gıda polisi, kırmızı acı toz biberlerin kansere yol açan aflatoksin madde içerdiğini tespit etmişti. Almanya, Türkiye’den kırmızıbiber alımı yasaklarken, biber ihracatını yapan firma 240 bin mark cezaya çarptırıldı ve ardından iflas etti. Daha sonra bir gıda firması 1 buçuk milyon dolarlık yatırımla modern bir üretim tesisi kurdu. Aflatoksin içermeyen biber üreten firma, bu kez de maliyetlerin yüksekliği sebebiyle ürününü satamaz hale geldi. Diğer firmalar ise, entegre tesis kurmaya yanaşmadı ve geleneksel yöntemlerle ürettiği ucuz ve aflatoksinli biberi piyasaya sürmeye devam etti. Zarar etmeyi sürdüren ise, ucuz ve aflatoksinli biber satarak haksız rekabete yol açtığı gerekçesiyle iki baharat firması ve bir alışveriş merkezi aleyhine Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde dava açtı. 5 yıl süren mahkeme süreci sonunda yargı, davacı firmanın delillerini yeterli bularak davalı işletmelerin haksız rekabet yaptığı sonucuna vardı ve kararın temyizi aşamasında Yargıtay da firmayı haklı bularak karar kesinleşti. Ayrıca sağlıksız gıda üreten bu üç firma Mahkemenin kararı üzerine 100 binin üzerinde tiraja sahip ulusal bir gazete aracılığıyla 9 Mart 2006 tarihinde kamuoyuna teşhir edildi ve sağlıksız gıdalar toplatılarak imha edildi.
Bahse konu karar kırmızıbiber konusuna özgü olarak alınmış olsa da sağlıksız üretim yapan bütün şirketlere yönelik uygulamalarda emsal teşkil edebilir. Sadece tüketici değil, kayıt dışı şirketlerden yakınan firmalar da kararı örnek alarak dava açabilir.
Gıdadaki yüksek KDV oranları ve vatandaşın gelir seviyesinin düşüklüğü, ucuz ve kalitesi düşük gıdalara talebi canlı tutarken vatandaşın sağlıksız gıda maddelerine karşı yasal yönden güvence altına alınması hayati önem taşıyor.

Sunday, August 20, 2006

 

BOŞANMA DAVALARINDAKİ ARTIŞA UZMANLAR DUR DİYEBİLECEK Mİ?HUKUKİ BOYUT

5 Ağustos 2006 HÜRSES
AV.ŞULE EYÜPGİLLER

Boşanmanın sosyal ve duygusal bir olgu olduğu yadsınamaz.Belli yaşa gelen insanların çoğunun ciddi bir evlenme çabası içinde olduğu da apaçık ortada. Doğal olarak bir süre sonra seçim yapılıyor, doğru eş bulunuyor ya da bulunulduğu sanılıyor,yaşamın anlamı artıyor,her şey toz pembe görünüyor, mutluluktan havalara uçuluyor,başlarda kavak yelleri esiyor kimisi bu duyguları aşk olarak nitelendiriyor, kimisi sevgi….
Bir zaman sonra da yaşamı birbirlerine zehir etmenin yolunu buluyorlar.Farklı dünyalara ait olduklarını, birbirlerini duygusal olarak tükettiklerini kavrıyorlar çoğunlukla da dünyaya gelmesine sebep oldukları yavrularının hatırına ite kalka bir müddet daha götürerek bazen er bazen geç mahkeme kapısında buluyorlar kendilerini…
Ben boşanma davaları yürüten bir avukat olarak kötü giden evlilikleri incelediğim zaman, evliliği mahkeme kapılarında sonuçlandırmamak için neler yapılması gerektiği konusunda epey deneyim sahibi oldum ve sorunun eşler arasındaki farklılıklardan değil, farklılığın iyi yönetilmediğinden evliliklerin boşanmayla sonuçlandığını gözlemledim.
Hele ikinci evliliklerin boşanma yüzdesinin daha fazla olduğu Ülkemizde insanların hayatını cehenneme çevirmemeleri için, yapısal farklılıkların da dikkate alınarak bazı saptamalar yapılmasının aile yapısını korumaya yönelik yararlar sağlayacağına inanıyorum. Bu tür sosyal sorunlar üzerinde durmak, sorunlar başa çıkılamayacak ölçüde büyümeden önlemler almak sağlıklı bireyler yetişmesi açısından önem taşımaktadır.
Doksanlı yıllarda ortalama olarak yılda 30.000 kişi boşanırken 2000 yılından itibaren bu rakamın 50.000 i aştığı görülüyor.
Dağılmış ailelerin çocuklarının maddi ve manevi sıkıntı içine düştüğü,boşanma sonrası geçim standartlarının düştüğü gözlemlenmiştir.
4787 (Sayılı Aile Mahkemelerinin Kuruluş,Görev ve Yargılama Usullerine dair Kanun) yasanın 7. maddesi Aile Mahkemelerine boşanma talebiyle gelen çiftleri sulha teşvik esasını getirdi.Aile Mahkemesi hakimi getirilen bu esas karşısında gerekli gördüğü durumlarda bir uzmana baş vuracak ve tarafları sulha teşvik edecektir.
4787 Sayılı Yasanın 5.maddesi ile de; aile mahkemelerinde psikolog,pedagog gibi uzmanların kadrolu olarak bulundurulmaları, tercihen aile ile ilgili konularda, lisans, yüksek lisans yapmış olmaları ayrıca evli olmaları ve 30 yaşını doldurmuş bulunmaları şartı getirilmiştir.Kadrolu sosyal çalışmacı bulunmayan yerlerde veya bu kişilerin uzmanlık alanı dışında bir durum söz konusu olduğunda veya bu görevlerin yerine getirilmesi sırasında hukuki veya fiili bir imkansızlık çıkması halinde aile mahkemesi hakimine diğer kurum ve kuruluşlardaki bu gibi kişilerden veya dışarıdan temin ettiği uzmanlardan yararlanma imkanı tanınmıştır.

Davanın devamı esnasında hakim, bazı durumlarda davanın esasına girmeden önce bazı durumlarda da esasa girdikten sonra gerekli gördüğü hususlarda uzman görüşüne başvurmaktadır.İhtiyaç duyduğu durumlarda da uzmanları, duruşmaya davet ederek, dinleyerek veya yapılan araştırma ve inceleme sonucu hakkında rapor almak suretiyle tarafların gereksiz yere boşanmasının önüne geçilmeye çalışılıyor veya tarafları en az yaralayacak hale dönüşmesi amaçlanıyor.
Ancak hakim bu uzman görüş ve düşüncelerini aldıktan sonra bu görüş ve düşüncelerle bağlı değildir. Ancak mutlaka o konuda uzman görüşü gerekiyorsa
Böyle durumlarda hakim görüşle bağlı olacaktır.Eğer hakim uzman görüşüne katılmıyorsa gerekçeli olarak kararda belirtecek ve Yargıtay denetiminde tereddüte yer vermeyecek biçimde görüşlerini açıklayacaktır.

Dileriz tarafları boşanmaya iten sebeplerin uzmanlar tarafından değerlendirilmesi gereksiz yere boşanmaların önüne geçer ve uzmanların yardımıyla eşler aralarındaki farklılıkları avantaja çevirmeyi öğrenir ve mutlu bir yaşam sürerler.

 

HUKUKİ BOYUT

1999 DEPREMİNDEN 7 YIL SONRA YERİNDE SAYAN HUKUKİ ALTYAPI

1999 Depreminin üzerinden tam 7 yıl geçti. Önümüzdeki 30 yıl içinde kaçınılmaz olarak yaşanacağı tahmin edilen büyük İstanbul Depremine karşı bazı önlemler alındığını görüyoruz. Örneğin İstanbul Sismik Riski Azaltma ve Acil Durum Hazırlık Projesi bunların başında geliyor. Özellikle kamu tesisleri için deprem riskinin azaltılması için 400 milyon dolar düzeyinde Dünya Bankası kaynağı ile yola çıkılıyor.

Ancak, yasal düzenlemelerle depreme karşı gerekli hukuki altyapıyı hazırlama ihtiyacı ortada duruyor. Hukuki altyapıyı güçlendirmek bir yana aksi yönde gelişmeler yaşanıyor. İşverene parasal olarak bağımlı ve ciddiyetten uzak bir Yapı denetim firmaları sistemi kuruldu. Sistemin işlemediği görüldüğü halde yeterli yasal düzenlemeler yapılamadı. Bilimsel şehir plancılığı ilkelerine göre değil, rant baskılarına göre İmar planları yapılmasına olanak tanıyan ”denetim dışı imar hukuku ” sürdürüldü. Öte yandan Bütçe kanununa eklenen maddelerle kaçak yapılara elektrik , su ve doğal gaz bağlanabilmesini “gelir sağlama” gerekçesiyle teşvik eden düzenlemeler yapıldı. Yasadışı yapılaşmanın en yoğun olarak yaşandığı “tarım alanlarında” işgalcilerin para karşılığı ruhsata kavuşmalarını sağlayan İmar Affı yürürlüğe girdi. Böylece depremin felakete dönüşmesine engel olamayan mevzuatın, aynı plansızlığı ve bilimdışılığı sürdürmesi desteklendi. Son düzenlemelerle Ceza Kanununda yerverilen İmar suçlarının cezalarının azaltılması yönündeki çalışmaların da sürdüğü anlaşılıyor.

Depreme karşı en önemli tedbirlerin başında, planlı ve sağlıklı yapılaşmayı sağlayacak yepyeni bir mevzuat sisteminin oluşturulması geliyor. Oysa arsa ve arazi rantlarını kısıtlayacak olan bu tür düzenlemelere karşı ciddi bir direnç de hükümeti etkiliyor. Hatta ORMan Bakanlığı’nın 2B’lerdeki kaçak yapılaşmalara tapu hakkı konusundaki tasarısının tekrar gündeme getirilmesi tartışılıyor.

Meclis gündeminde bu konulara yönelik yasal düzenlemelerin yeralmaması bu konuda ulusal bir strateji olmadığını ortaya koyuyor. Nitekim 9 uncu Kalkınma planında da deprem ve doğal afetlere karşı hazırlıkları ve muhtemel zararların telafisine yönelik bir strateji öngörülmemiş olması çarpıcı...

Son aylardaki durgunluk öncesinde konut ağırlıklı olarak inşaat sektörünün son onyılların en büyük patlamasını yaşadığı, mortgage yasalarının Meclis gündemine geldiği dönemde dahi deprem sorunu ikinci plana düşüyor. Adeta konut satan firmaların bir tür reklam motifi olarak kalıyor. Oysa uzun vadeli bir deprem planlamasına ve bunu güçlendirecek bir hukuki altyapıya acilen ihtiyacı var ülkemizin... İmar hukukundan, yapı denetimine, Afetler yasasından ve deprem sigortasına kadar birçok konuda hukuki düzenlemelerin akılcı bir yöntemle yapılması için meslek kuruluşlarına da önemli bir rol düşüyor.

Thursday, August 17, 2006

 

FİKRİ VE SINAİ HAKLARIN KORUNMASI

Günümüzde marka ürünlerin hemen hemen tamamının küçük değişikliklerle hatta birebir taklit edilerek üretilip piyasaya sunulduğunu, korsan yayınların tezgahlarda açık ya da gizli satıldığını izliyoruz. Bu eylemlerin Türk Ceza Kanunu’nda müeyyideleri bulunmasına karşın her an, her yerde bu tür ürünlerle karşılaşıyoruz. Bu olgunun ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarını bir yana bırakarak biz köşemizde hukuki boyutunu ele almak, bu konuda da sevindirici bir yargı kararını gündeme getirerek vatandaş ve meslek örgütlerine düşen görevleri okuyucularıma hatırlatmak istiyorum.

Son zamanlarda Yargıtay kararları ‘’ taklit ürünü satmayan ancak işyerinde bulunduran tacirin de cezalandırılması’’ görüşünü ön plana çıkardı. Böylece korsan ürünlere yönelik olarak başlatılan mücadeleye" Yargıtay da örnek bir kararla katkıda bulundu.

Aydın`da bir tüccar aleyhine, mağazasında tescilli markanın taklidini kullandığı gerekçesiyle dava açıldı. Aydın 1. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen davada 556 Sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmündeki Kararname`ye aykırı davrandığı gerekçesiyle yargılanan tacir, “ürünlerin kalitesiz olduğu gerekçesiyle satışa sunmadığı ve depoda bulundurduğu” şeklinde savunma yaptı . Aydın 1. Asliye Ceza Mahkemesi, bu savunmayı yeterli görerek tacirin beraatine karar verdi.Davacı firmanın Kararı temyizi üzerine konu Yargıtay’a intikal etti. Yargıtay 7. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını bozdu. Yüksek Mahkeme bozma ilamında, “markayı veya ayırdedilmeyecek derecede benzerini ticaret alanına çıkarmak veya ticari amaçla elde bulundurmanın” marka hakkına tecavüz sayılacağını belirterek, “Markanın haksız kullanımı suretiyle ürünlerin ticari alanda bulundurmanın dahi suç teşkil edeceği” şeklinde hüküm verdi.
Aslında yasal düzenlemelere göre, korsan malın üreticisi ve satıcısının yanı sıra kullanıcısı da cezalandırılabiliyor.556 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve ilgili yasalar haksız markayı bulunduranlar hakkında 2 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası ve yanı sıra para cezası öngörüyor. Ayrıca, işyerlerinin bir yıldan az olmamak üzere kapatılması ve aynı süre içinde tacirin ticaretten men edilmesi hususunda hükümler içeriyor..Japonya’da yaşayan ve eşi Japon olan bir yakınım, bu ülkede taklit ürünleri kullananların uzun zamandan bu yana cezalandırıldığını bu konuda yasaların çok katı olduğunu ve bütün Japon vatandaşlarının bu konuda fazlasıyla duyarlılık gösterdiklerini, Türkiye’den yanlışlıkla alınmış bu tür ürünleri ülkelerinde kullanmadıklarını anlatmıştı.
Geç de olsa Türkiye’de bu yönde yasal düzenlemeler yapılmış olması, uygulamanın denetlenmesi ve yargı kararları oluşması toplumun bu yönde bilinçlendirilmeye yönelinmesi olumlu yaklaşımlar…
Ülkemizde yasalarda, çoğaltılan korsan kitapları satın alanlar veya yasa dışı çoğaltılan CD’ leri kullananlar “bilinçsiz tüketici” olarak adeta hoşgörülüyor ve haklarında dava açılmıyor.Ancak bu tür ürünleri satın alan tacir ise ``bilinçli tüketici`` olduğundan korsan ürün kullanmak suçundan yargılanıyor.
Bilişim suçları ile ilgili yeni yasa ‘’korsanlığı’’ affetmiyor ve ağır müeyyideler getiriyor. Telif Hakkı ihlalleri için ağır cezalar ve hukuki yaptırımlar öngörülüyor. Korsan yazılım ticareti yapan kişiler için cezaların alt sınırı da oldukça yüksek tutulmuş.
Ülkemizde yapılan araştırmalar yazılım korsanlığı oranının %65 düzeyinde olduğunu ve ciddi problem yarattığını ortaya koyuyor.

Marka ürün yerine taklit ucuz ve düşük kaliteli ürün kullanma, telif hakkı ihlal edilmiş “korsan” ürünleri tüketme eğilimi ekonomik gücü zayıf olanlar için cazibesi nedeniyle tamamen önlenemeyebilir. Ancak ülkemizde fikri hakların korunmasında yepyeni bir dönemin başladığı şu günlerde, yasal ürün kullanımı konusunda toplum bilincini geliştirmek için meslek gruplarının bir araya gelerek güçlerini birleştirerek mücadele etmeleri Türkiye ekonomisine önemli ölçüde katkı sağlayacaktır.

Sunday, August 13, 2006

 

HASTA HAKLARI: SEVİNDİRİCİ BİR YARGI KARARI

Dünyanın her köşesinde insanların hayatını uzatmak, hayat kalitesini artırmak amacıyla tıp ilminin uygulayıcısı olan hekimler bu ağır görevi yerine getirirken ciddi sorumluluk alıyorlar. Batı’da, özellikle ABD, İsviçre gibi gelişmiş ülkelerde, hasta haklarının sınırları geniş tutulduğundan, hekimlerin ve hastanelerin, yapılan yanlış uygulamalar nedeniyle hukuki sorumluluğu önemli ölçüde ağırlaştırılmış bulunuyor.

Ülkemizde de özel hastanelerin çoğalmasıyla doktor hataları, hastane donanımının yetersizliği nedeniyle meydana gelen ölümlere sık rastlanması yurttaş olarak hepimizi endişeye sevkederken, özel hastanelerin ihmalinden, hastanenin yanısıra Devletin de sorumlu tutulduğu bir yargı kararı umarım okuyucularımızın yüreğini bir nebze ferahlatacaktır.

Geçtiğimiz günlerde Türk hukukunda ilk olarak Özel hastanede ameliyatta ölen bir hasta için Sağlık Bakanlığı, devletin hastanelerdeki denetim görevini yerine getirmediği gerekçesiyle, sorumlu tutuldu ve tazminata mahkum oldu.

İstanbul’da bir özel hastanede guatr ameliyatından sonra yoğun bakımda ölen hastanın yakınları tarafından İstanbul 3. idare Mahkemesinde açılan davada Mahkeme, yanlış tedaviyle ölüme yol açan özel hastaneyi zamanında denetlemediği, caydırıcı müeyyide uygulamadığı gerekçesiyle Sağlık Bakanlığı’nı tazminat ödemeye mahkum etti.
Dava konusu olayda, guatr ameliyatının ardından yoğun bakıma alınan hasta gece ağırlaşıyor; ancak hastanede sağlık ekibi ve donanım olmadığından müdahale yapılamadığı için hasta kaybediliyor. Hasta yakınları tarafından şikayette bulunulması üzerine konu Adli Tıp Kurumuna intikal ettiriliyor.
Cumhuriyet Savcılığı tarafından yaptırılan incelemede Adli Tıp, ameliyat sonrası hastanın boğazına akan kanın dışarıya atılması için yerleştirilen drenajın kısa kaldığı bu nedenle hastanın kendi kanıyla boğularak öldüğünü belirliyor. Ayrıca Hastane koşulları uzman bir bilirkişi heyetiyle inceleniyor. İnceleme sonucunda hastanenin sağlık şartlarının çalışma koşullarına uygun olmadığı, doktor kadrosunun ameliyat yapmaya müsait olmadığı, buna karşılık ameliyat izni bulunduğu belirtiliyor. Ayrıca hastanenin ameliyathanesindeki alet ve teçhizatın eski ve temiz olmadığı da kaydediliyorDava esnasında Sağlık Bakanlığı kendisine sorumluluk yüklenemeyeceğini savunuyor ve özel hastanenin işletmecilerinin sorumlu olduğunu bir kusur varsa veya ödenmesi gereken bir tazminat varsa özel hastaneden alınması gerektiğini vurguluyor.
Ancak davaya bakan İstanbul 3. İdare Mahkemesi bu savunmaları göz önüne almayarak olayda Sağlık Bakanlığı'nın sorumlu olduğunu belirterek bakanlığı maddi ve manevi tazminata mahkum etti.İdare’nin; hizmetin kötü, geç veya hiç yapılmaması durumunda kusurlu sayılacağını vurgulayan mahkeme, "Bir yerde hizmetin kalitesine dair bireyin beklentisi olup, bu kalitenin sağlanmamasında da hizmet kusuru mevcuttur" kararına vardı. Kararda, Sağlık Bakanlığı'nın hastaneyi 1981, 1991 ve 1996'da denetlediği, bu denetimlerde bir noksanlık tespit edemediği halde, olayın hemen ertesinde yapılan denetimde pek çok noksanlık bulunduğu hatırlatıldı. İdare mahkemesi, kararında "manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmekte ise de, takdir edilen miktarın aynı zamanda İdare’nin kusurunun ağırlığını ortaya koyacak bir oranda olması gerekmektedir" görüşüyle miktar konusunda alışılmış uygulamanın dışına çıktı.
Uygulamada daha önceki yıllarda Mahkemeler, yüksek tazminatları sebepsiz zenginleşmeye yol açtığı gerekçesiyle reddediyordu. Bu davada ise mahkeme tazminatta kusurun ağırlığını dikkate alarak yüksek tazminata karar verdi.
Türkiye'de “devletin denetim görevini yerine getirmediği” gerekçesiyle, bir özel hastanenin kusurundan devletin sorumlu tutulması gerektiği yolunda verilen hüküm, yurttaş hakları yönünden Avrupa Birliğine giriş süreci içerisinde olan ülkemiz ve hepimiz için sevindirici…..
.

Saturday, August 12, 2006

 

PARÇALANMIŞ AİLEDE ÇOCUKLARIN KONUMU

12 ağustos 2006 :İçinde bulunduğumuz dönemde bir çok yasa tamamen ya da kısmen değişiyor. Özellikle temel yasalardaki bu değişiklikler yargı sistemimizi olumsuz etkiliyor. Yasa metinleri ile uygulamalar arasında öngörülemeyen bazı problemler yaşanıyor. Bu köşede yurttaş ve birey olarak modern yaşamın ve yasaların gereği olan hak ve sorumluluklarımızı hukukçu gözüyle değerlendirmeye , kamu hukuku ve özel hukukun çeşitli alanlarından, örnekler vererek değişik bir boyut getirmeye çalışıyoruz.

Aile Mahkemeleri yasasının 6. maddesi ile küçüklerin korunması, eğitimi, sosyal yaşamları yönünden taraflarca talep edilmese dahi, hakim tarafından kendiliğinden alınması gereken hükümler getirildi.

Son dönemde İcra ve İflas Yasası da değişti.Yeni Yasanın 25/b maddesi gereğince boşanma sonrası çocuk teslimine ilişkin ilamların icrasında, çocukla ilişki tesisinde, icra müdürünün çocuk teslimine veya kişisel ilişki tesisine giderken yanına, geçen hafta sonu yayımlanan yazımızda sözünü ettiğimiz uzman almak suretiyle gitmesi zorunluluğu getirildi.

Bulunulan mahkemede kadrolu uzman bulunmadığı takdirde görevlendirilecek uzmanların Çocuk Esirgeme Kurumu’nda veya Sosyal Hizmetler Kurumu’nda çalışan psikolog, pedagog veya sosyal çalışmacılar arasından seçilmesi gerekiyor. Bu nitelikte bir eleman temin edilemediği durumlarda ise, eğitimci formasyonuna sahip bir kişinin uzman olarak icra memurunun yanında yer alması gerekiyor.

Ancak bu uzmanlara da ücret ödenmesi gerekiyor. Bu ücretin taraflarca ödeneceği Kanun hükmünde yer alıyor.Yani kadrolu olmayan elemanlar dışında görevlendirilen veya başka bir alanda bilgisine ihtiyaç duyulan uzmanlar yönünden mutlaka tarafların ücret yatırması gerekiyor.

Boşanma sonucu anneden ya da babadan ayrı kalan çocukların dünyalarının karardığı, duygusal iniş çıkışlar yaşadığı gerçeği karşısında yasal olarak getirilen bu zorunluluk son derece çağdaş ve olumlu karşılanabilir. Ancak Türkiye şartlarında, geçim sıkıntısı içinde olan ana veya babaya bu zorunluluk ‘’sen çocuğunu görme! ‘’ demek anlamına gelebilir.
Onun için anne baba özlemi içerisinde olan çocuğu daha fazla yaralamamak adına, boşanmış anne babanın, avukatları veya yakınları tarafından uzlaşmacı bir tutumla bir noktaya getirilerek, çocukla kişisel ilişkinin icra memuruna ve uzman teminine ihtiyaç duyulmaksızın problemsiz gerçekleştirilmesinin sağlanması görüşündeyim.
Yasa metinleri hazırlanırken gelişmiş ülkelerin yasalarında yer alan kurumların ülkemize de öngörülmesinde büyük yararlar var. Ancak bu tür durumlarda Türkiye şartlarının çok iyi analiz edilerek yasanın uygulanabilirliği göz önüne alınmalı.

 

HUKUKİ BOYUT hürses yazılar

3 ağustos 2006 tarihinden itibaren Hürses gazetesinde yayımlanan Hukuki Boyut yazılarımı bu blogda izleyebilirsiniz.

Bu köşede güncel hukuk konularını bulabileceksiniz.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?