Thursday, February 01, 2007

 

Bağışlama ve bağışlama vaadi 5 Şubat Pazartesi Hürses Gazetesi

Bağışlama ve bağışlama vaadi
Borçlar Yasası ‘’Bağışlama akdini’’ hayatta olan kimseler arasında yapılan ve diğerine karşılıksız olarak bir malın tamamını veya bir kısmını temlik eden bir tasarruf olarak tanımlıyor.Uygulamada ‘’bağışlama’’ olgusunun zaman zaman aile içinde haksızlıklara ve huzursuzluklara neden olduğuna tanık oluyoruz. Yaşlı ebeveynler kendilerine yakın ilgi gösteren, sağlıklarıyla ve ihtiyaçlarıyla ilgilenen çocuklarına bağışta bulunuyorlar. Bazen ebeveynin ölümünden sonra acı gerçeği öğrenen diğer evlatlar ya mahkeme koridorlarında iptal davasıyla boğuşuyorlar ya da anne babalarıyla ilgili anıları unutmak için iç dünyalarıyla savaşıyorlar.
Uygulamada davalar çoğunlukla, bağışlayanın bağışlama akdi sırasında medeni hakları kullanma ehliyetinin olmadığı yönünde iddialarla başlatılıyor. Medeni yasanın 235. maddesi ‘’ Bağışlamaya Ehliyet’’ başlığıyla düzenlenmiş ve bağışlamanın hukuken geçerli olabilmesi için medeni hakları kullanma ehliyeti olan bir kişi tarafından yapılmış olması şartı aranıyor. Bu hükmün yanı sıra 236. madde de ‘’Bağışlamayı Kabul ‘’ başlığıyla düzenlenmiştir ve bağışın hukuken geçerli olabilmesi için ‘’kabul’’ün önemi belirtiliyor. Sonuç olarak anne baba istediği evladına onun kabulü olmadan bağış yapamıyor. Ömrünü anne babasına hasreden ve karşılığında değil bağış hiçbir ayrıcalık kabul etmeyen değerli insanlar tanıdım…
Bağışlama akdinin yanı sıra uygulamada bağışlama vaadine de rastlıyoruz. Bağışlama vaadi ilerideki bir tarihte bir malı bağışlamayı taahhüt niteliğinde bir ön akit. Bağışlama vaadi sözleşmelerinin hukuken geçerli olabilmesi için noterler tarafından düzenlenmesi gerekiyor. Noter tarafından tanzim edilmiş bu sözleşmelerin İstem halinde ilgili tapu kütüğünün şerhler sütununa şerh edilmesi mümkün. Gayrimenkul satış vaadini her iki taraf da tapuya şerh ettirebildiği halde, bağışlama vaadi konusunda açık yetki olmadığı zaman gayrimenkul malikinin şerh isteminde bulunması veya bağışlama vaadi sözleşmesinde lehine bağış yapılana şerh ettirebilme yetkisinin verilmiş olması şartı aranıyor.Bağışlama vaadinin tapuya şerhi için tapu sicil müdürlüğüne başvurulduğu zaman noterce düzenlenmiş gayrimenkul bağışlama vaadi sözleşmesinin aslı,istemde bulunanın nüfus cüzdanı veya pasaportu ile bir adet vesikalık fotoğrafı, İstem vekaleten yapılıyorsa vekaletnamenin sunulması şartı aranıyor. Bağış vaadi sözleşmesinin tapu siciline şerhi sırasında 492 sayılı Harçlar Kanununa göre, belirlenen değerin emlak vergisi değerine yeniden değerleme oranı uygulanmak suretiyle bulunacak değerden düşük olmaması gerekiyor, aksi halde aradaki farkın Vergi Usul Kanunu’ na göre cezalı olarak tahsil edileceği hususunda Tapu Sicil Müdürlüğü tarafından uyarıda bulunuluyor.Bağışlama ve bağışlama vaadinin her zaman kardeşliğe, dostluğa ve sevgiye zarar vermeden hukukun farklı boyutlarında kullanılması gerek.

 

Aile konutunda kalma hakkı tapuya şerh verilebilir mi? 27 Ocak 2007 Hürses Gazetesi

Aile konutunda kalma hakkı tapuya şerh verilebilir mi?



Eşlerin evlilik birliğinin devamı süresince yaşamlarını sürdükleri ana konut Medeni Yasa’mızda ‘’aile konutu’’ olarak adlandırılıyor. Yazlık evler veya dağ evleri aile konutu olarak kabul edilmiyor. Yasa ayrılık, boşanma ve ölüm halinde aile konutundan diğer eşin hangi koşullarda yararlanabileceğini düzenlemiş.
Aile konutu olarak kullanılan taşınmazın maliki olan eş ölürse, sağ kalan eşin, eski yaşantısını devam ettirebilmesi için, ölen eşine ait olup birlikte yaşadıkları konut üzerinde kendisine oturma hakkı tanınmasını veya intifa veya mülkiyet hakkı verilmesini isteyebiliyor. Bu, katılma alacağına mahsup edilmek, yetmez ise bedel eklenmek suretiyle yapılıyor. (MK.240).Mahkeme bu yönde bir karar verirse, kararın kesinleşmesinin ardından sağ kalan eşin istemi üzerine gerekli tescil işlemi tapuda yapılabiliyor. Konut üzerinde intifa veya sükna hakkı tanınmışsa tapu kütüğünün irtifak hakları sütununda, mülkiyet hakkı verilmişse mülkiyet sütununda, ölen eşin tapusu iptal edilerek sağ kalan eş lehine tescil gerçekleştiriliyor.diğer bir durum, evliliğin iptal veya boşanma kararı ile sona erdirilmesi halinde, aile konutunda kalmaya kimin devam edeceği konusunda eşlerin anlaşmaları. Böyle bir anlaşma ile konutta kalma hakkını elde eden ve malik olmayan eş de, bu hakkın tapu kütüğüne şerh edilmesini isteyebiliyor. (MK.254).Bu şerhin işlenebilmesi için anlaşma metninin ibrazı ile malik olan eşin istemde bulunması gerekiyor. Anlaşma noterden onaylı ise kendisine kalma hakkı tanınan eş de bu şerhin tapuya işlenmesini talep edebiliyor. Bu şerhin işlenmesi ve sicilden terkini işlemi sırasında herhangi bir vergi ve harç ödenmesi söz konusu değil.Eşlerin aile konutunda kimin kalmaya devam edeceği konusunda anlaşamamaları halinde ise hakim iptal veya boşanma kararı ile birlikte bu konuda re'sen karar verme yetkisine sahip. Kararda kalma süresinin belirlenerek tapu kütüğüne şerhi için tapu sicil müdürlüğüne bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine tapu siciline gerekli şerh düşülüyor. Hakim aksine karar vermedikçe bu hak belirlenen sürenin sonunda kendiliğinden sona eriyor. Malikin veya konuttan yararlanan eşin istemi üzerine tapu sicilindeki kayıt terkin ediliyor.
Medeni Kanunumuzdaki bu hükümler boşanma.ayrılık veya ölüm halinde diğer eşin sosyal konumunu korumasında önem taşıyor.

 

Aile konutunda kalma hakkı tapuya şerh verilebilir mi? 27 Ocak 2007 Hürses Gazetesi

Aile konutunda kalma hakkı tapuya şerh verilebilir mi?



Eşlerin evlilik birliğinin devamı süresince yaşamlarını sürdükleri ana konut Medeni Yasa’mızda ‘’aile konutu’’ olarak adlandırılıyor. Yazlık evler veya dağ evleri aile konutu olarak kabul edilmiyor. Yasa ayrılık, boşanma ve ölüm halinde aile konutundan diğer eşin hangi koşullarda yararlanabileceğini düzenlemiş.
Aile konutu olarak kullanılan taşınmazın maliki olan eş ölürse, sağ kalan eşin, eski yaşantısını devam ettirebilmesi için, ölen eşine ait olup birlikte yaşadıkları konut üzerinde kendisine oturma hakkı tanınmasını veya intifa veya mülkiyet hakkı verilmesini isteyebiliyor. Bu, katılma alacağına mahsup edilmek, yetmez ise bedel eklenmek suretiyle yapılıyor. (MK.240).Mahkeme bu yönde bir karar verirse, kararın kesinleşmesinin ardından sağ kalan eşin istemi üzerine gerekli tescil işlemi tapuda yapılabiliyor. Konut üzerinde intifa veya sükna hakkı tanınmışsa tapu kütüğünün irtifak hakları sütununda, mülkiyet hakkı verilmişse mülkiyet sütununda, ölen eşin tapusu iptal edilerek sağ kalan eş lehine tescil gerçekleştiriliyor.diğer bir durum, evliliğin iptal veya boşanma kararı ile sona erdirilmesi halinde, aile konutunda kalmaya kimin devam edeceği konusunda eşlerin anlaşmaları. Böyle bir anlaşma ile konutta kalma hakkını elde eden ve malik olmayan eş de, bu hakkın tapu kütüğüne şerh edilmesini isteyebiliyor. (MK.254).Bu şerhin işlenebilmesi için anlaşma metninin ibrazı ile malik olan eşin istemde bulunması gerekiyor. Anlaşma noterden onaylı ise kendisine kalma hakkı tanınan eş de bu şerhin tapuya işlenmesini talep edebiliyor. Bu şerhin işlenmesi ve sicilden terkini işlemi sırasında herhangi bir vergi ve harç ödenmesi söz konusu değil.Eşlerin aile konutunda kimin kalmaya devam edeceği konusunda anlaşamamaları halinde ise hakim iptal veya boşanma kararı ile birlikte bu konuda re'sen karar verme yetkisine sahip. Kararda kalma süresinin belirlenerek tapu kütüğüne şerhi için tapu sicil müdürlüğüne bildirimde bulunulur. Bu bildirim üzerine tapu siciline gerekli şerh düşülüyor. Hakim aksine karar vermedikçe bu hak belirlenen sürenin sonunda kendiliğinden sona eriyor. Malikin veya konuttan yararlanan eşin istemi üzerine tapu sicilindeki kayıt terkin ediliyor.
Medeni Kanunumuzdaki bu hükümler boşanma.ayrılık veya ölüm halinde diğer eşin sosyal konumunu korumasında önem taşıyor.

 

Suçlu hastanın mahremiyeti ve hekimin sorumluluğu Hürses gazetesi 28 Eylül yazısı

Suçlu Hastanın Mahremiyeti ve Hekimin Sorumluluğu
Yeni ceza yasamızla Avrupa Birliği normlarına uyun olarak İnsan sağlığı konusuna gereken önem verilerek, sağlık hakkını istismara yönelik suçlar ağır yaptırımlara bağlandı. Hastaların özel hayatı ve mahremiyet hakkı, özel hükümlerle koruma altına alındı.Hekim ile hasta arasındaki ilişkinin ve bu ilişki sebebi ile öğrenilen her türlü bilginin gizliliği, sağlık hizmetlerine ulaşma, bilgilenme ve güvenlik gibi haklarla birlikte mahremiyete saygı en önemli hasta hakları olarak düzenlendi. Mesleği sebebiyle bir kimsenin kişisel bilgilerini öğrenen kişinin, bu bilgileri başkasına vermesi eski ceza yasamızda da “meslek sırrını ifşa” başlığı altında düzenlenmişti. Bu suça verilecek ceza eski yasada 3 aya kadar hapis idi. Yeni ceza yasasında ise ‘’Özel Hayata ve Hayatın Gizli Alanına Karşı Suçlar ‘’ başlığı altında yer alan bölümde düzenlendi ve bu suçun cezası 136. madde ile bir yıldan 4 yıla çıkarıldı. Ancak belli bir meslek ve sanatın sağladığı kolaylıktan yararlanmak suretiyle işlendiği düşünülerek verilecek ceza 137/b maddesi ile yarı oranında arttırılarak 2 yıldan 6 yıla çıkarıldı.
Böylece yeni yasa ile, hastanın mahremiyetinin ihlali, eskiye oranla oldukça ağır bir yaptırıma bağlanmış oldu.
Hastanın mahremiyeti ile ilgili diğer bir düzenleme ise yeni yasanın 280. maddesinde yer alıyor. Buna göre; görevi sırasında bir suçun işlendiği yönünde bir belirti ile karşılaşan sağlık mensubuna, bu durumu yetkili makamlara bildirme yükümlülüğü getirildi.
Eski Türk Ceza Kanunu’nda, sadece kişiler üzerinde işlenen suçların bildirilmesi zorunlu iken ve hastanın kendisi hakkında kovuşturmaya neden olacak bir suçun bildirilmesi zorunlu değil iken; yeni Ceza Kanunu bu makul sınırlamaları kaldırmış ve suçun kapsamını aşırı genişletmiş oldu.
Yeni ceza yasasında yapılmış olan iyileştirmelerin yanı sıra, sağlık çalışanlarının görevleri sırasında karşılaşacakları suçları bildirme yükümlülüklerinin kapsamının aşırı genişletilerek sağlık mesleği mensubu kabul edilen tabip, diş tabibi, eczacı, ebe, hemşire gibi sağlık hizmeti veren kişilere ciddi biçimde sorumluluk yüklenmesi hasta hakları bakımından kabul edilebilir görünmüyor.
Böylece herhangi bir suça bulaşmış hastaların tedavi olma hakkı engellenmiş olurken ayrıca bu düzenleme, hekimlerin tedavi sırasında öğrendikleri hastalarına ilişkin sırları hiç bir şekilde açıklamama borcuyla da çelişiyor. Kaldı ki, yeni Ceza Kanunu meslek sırrının ifşası suçunun cezasını 3 aydan 9 aya çıkarmış bulunuyor.
Bir an için sağlık personeline verilen bu yükümlülüğün, suçluların yakalanması açısından yardımcı olma gerekçesiyle kabul edilebilecek olduğu düşünülse bile, insan hakları açısından sakıncaları bulunmaktadır. İşlediği suç ne olursa olsun, hiç kimsenin sağlık hizmetine ulaşma hakkı elinden alınmamalıdır. Bu endişeyi taşıyan yaralı veya hasta suçlu, hakkında ihbar olacağı endişesiyle hekime başvurmakta tereddüt gösterecek, böylelikle sağlık hizmetinden faydalanamayacak ve belki de hayatını kaybedecektir. Ayrıca hekimler de, suça karıştığını düşündükleri kişilere yönelik sağlık hizmeti vermekte çekingenlik gösterebileceklerdir.
Görüldüğü üzere hekimler, hasta mahremiyetine özen göstermedikleri zaman kişilik haklarına tecavüz nedeniyle yargılanabiliyorlar, ayrıca aleyhlerine maddi manevi tazminat davası açılabiliyor,çalıştıkları kurum tarafından disiplin cezası uygulanabiliyor.
Ceza yasamızda hekimlerin sır saklama yükümlülüğüne bu denli önem verilirken, sağlık çalışanlarının suçluları bildirme yükümlülüğünün oldukça ağır yaptırımlara bağlanması yasa koyucular tarafından bu maddelerin yeniden gözden geçirilmesini gündeme getiriyor.
Kanımızca hasta hakları ve hekimler yönünden düşündürücü olan bu maddelerin yeniden gözden geçirilmesi ve gerekli değişikliklerin yapılması için girişimlerde bulunulması gerekiyor.


.

Wednesday, January 31, 2007

 

Yabancı ve yabancı sermayeli şirketler nasıl gayrimenkul alırlar? 30 Aralık 2006 Hürses gazetesi

YABANCI ve YABANCI SERMAYELİ ŞİRKETLER NASIL GAYRİMENKUL ALIRLAR?
Yabancı ülkelerde kendi ülkelerinin kanunlarına göre kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketleri, Tapu Kanunu madde 35’de yapılan değişiklikle ancak özel kanun hükümleri çerçevesinde taşınmaz mülkiyeti ve taşınmazlar üzerinde sınırlı ayni hak edinebilirler. Sözkonusu özel kanunlar; Turizm Teşvik Kanunu, Petrol Kanunu ve Endüstri Bölgeleri Kanunu’dur. Yabancı sermayeli şirketler ise Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre Türkiye'de kurulurlar ve Türk Ticaret Siciline kaydedildikleri için Türkiye Cumhuriyeti hukuk kurallarına tabidirler. Sadece sermayelerinin bir kısmı veya tamamı yabancı gerçek veya tüzel kişilere aittir. Hissedarlarının yabancı kişiler olması şirketi yabancı tüzel kişi statüsüne sokmaz; şirketin uyruğu ile hissedarlarının uyrukları farklıdır. Bugünkü yazımda sözkonusu şirketlerin gayrimenkul alım işlemlerini sizlere aktarmak istiyorum.
1954 tarihli Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu yürürlükten kaldırılarak 17 Haziran 2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren "Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu" ile, doğrudan yabancı yatırımların özendirilmesi ve artırılması, yabancı yatırımcının haklarının korunması, yabancı yatırımların gerçekleşmesinde izin ve onay sisteminin bilgilendirme sistemine dönüştürülmesi amaçlarıyla yeni esaslar getirilmişti. Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu , yabancı yatırımcıların yerli yatırımcılarla eşit muameleye tabi tutulmasını amaçlamaktaydı.Yatırım izni, şirket kuruluş izni gibi izin ve onaylar kaldırılmış; yabancı yatırımcıların ülkemizde kurdukları veya iştirak ettikleri tüzel kişiliğe sahip şirketlerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının edinimine açık olan bölgelerde gayrimenkul mülkiyeti veya sınırlı ayni hak edinmeleri serbest bırakıldı.
Yabancı sermayeli şirketlerin ülkemizde faaliyetlerine ilişkin Kanuna göre faaliyet gösterecek şirketler, kuruluş yeri ve idare merkezi esasına göre yabancı sermayeli Türkiye Cumhuriyeti şirketleri sayılmaktadır. Bu sebeple, gerek daha önceki statüye göre faaliyet izni almış, gerekse Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanununa göre faaliyet gösterecek yabancı sermayeli şirketlerin gayrimenkul mal edinimleri ve tapu siciline yönelik diğer talepleri, Türk Ticaret Kanununa göre kurulan şirketler ile aynı usul ve esaslara tabi olarak ticaret sicil memurlukları tarafından verilen ve şirketin gayrimenkul mal edinme yetkisini ve yetkilisini gösterir yetki belgeleri değerlendirilmek suretiyle ilgili Tapu Sicil Müdürlüklerince sonuçlandırılıyor.
Tapu Kanununun 26'ncı maddesi ile mülkiyete, mülkiyetten ayrı ayni haklara ilişkin sözleşmeleri düzenleme görev ve yetkisi Tapu Sicil Müdürlüklerine verilmiş bulunuyor. Gayrimenkul mal edinmek isteyen veya mülkiyetten ayrı ayni haklardan yararlanmak isteyen yabancı kişiler, başvurularını, gayrimenkul malın bulunduğu yerin Tapu Sicil Müdürlüğüne yapıyorlar. Başvurular için gerekli belgeler bakımından yabancılarla Türk vatandaşları arasında herhangi bir fark bulunmuyor.
Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanununa göre kurulan şirketlerin Ticaret Sicil Memurluğundan alacakları yetki belgelerini, imza sirkülerini ve buna dayanılarak yetkili kılınan kişiye verilen vekaletnameyi ve yabancı ülkelerde kendi kanunlarına göre kurulan yabancı ticaret şirketleri için kuruldukları ülkenin kendi mevzuatınca ilgili makamlarından alacakları yetki belgesi yerine geçen bir belgeyi ibraz etmeleri gerekiyor.
Tapu işlemleri sırasında ödenmesi gereken harç ve vergiler açısından yabancı uyruklu kişiler ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında hiçbir fark bulunmuyor. Ancak, ülkemizde gayrimenkul mal edinmek isteyen yabancı uyruklu gerçek ve tüzel kişilerin edinmek istedikleri gayrimenkul malların Askeri Yasak Bölge ve Güvenlik Bölgeleri dışında kalıp kalmadığının tespit edilebilmesini teminen yetkili askeri makama soruluyor ve gayrimenkulun bulunduğu yerin 1/25000 ölçekli haritada işaretlenmesi için araziye gidilmesi gerekiyor "parselin yerinde gösterilmesi" işlemi için de döner sermaye hizmet bedeli alınıyor.
Görüldüğü gibi yabancı şirketler sadece özel kanunlar kapsamında ülkemizde gayrimenkul sahibi olabilirlerken yabancı sermayeli şirketler önemli bir prosedüre tabi tutulmadan gayrimenkul yatırımı yapabilirler.

 

Gayrimenkul mülkiyeti olağan zamanaşımıyla nasıl kazanılır? 4 Ocak 2007 Hürses Gazetesi

GAYRIMENKUL MÜLKİYETİ OLAĞAN ZAMANAŞIMI YOLUYLA NASIL KAZANILIR

Kazandırıcı zamanaşımı Medeni Kanunda gayrimenkul mülkiyetinin kazanılma yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Kanun’un 712. maddesinde “olağan zamanaşımı”, 713. maddesinde ise “olağanüstü zamanaşımı” yoluyla gayrimenkul mülkiyetinin kazanımına yer verilmiş bulunuyor. Bugünkü yazımda sizlere Medeni Kanun’un 712. maddesinde yeralan olağan zamanaşımı yoluyla kazanıma yer vereceğim.Geçerli bir hukukî sebep olmaksızın tapu kütüğüne malik olarak yazılan kişi, gayrimenkul üzerindeki zilyetliğini davasız ve aralıksız olarak on yıl süreyle ve iyiniyetle sürdürürse, onun bu yolla kazanmış olduğu mülkiyet hakkına itiraz edilemez.
Olağan zamanaşımı yoluyla bir gayrimenkulün mülkiyetinin kazanılması; gayrimenkule, kişiye ve zilyetliğe ilişkin bir takım şartların gerçekleşmesine bağlıdır.Olağan zamanaşımından yararlanmanın ilk şartı gayrimenkulün tapu kütüğünde veya defterinde kayıtlı olmasıdır. Medeni Kanun’un 704 üncü maddesinde sayılan ve gayrimenkul mülkiyetinin konusunu oluşturan; arazi, tapu kütüğünde ayrı sayfaya kaydedilen bağımsız ve sürekli haklar, kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler, zamanaşımı yoluyla kazanılabilir.
Zamanaşımına konu olacak gayrimenkullerin özel mülkiyetle kazanmaya elverişli olması gerekir. Mera, orman gibi niteliği itibariyle özel mülkiyet konusu olamayan kamu malları her nasılsa tapuya tescil edilmiş olsalar dahi olağan zamanaşımından yararlanılamaz.
İkinci şart, olağan zamanaşımı yolundan yararlanacak kişinin adının o gayrimenkule ait tapu kütük sayfasının mülkiyet sütununa geçerli bir hukuki sebep olmaksızın yani yolsuz olarak yazılmış olmasıdır.Kayıt sahibinin mirasçılarının da olağan zamanaşımından yararlanabileceği kabul edilir.
Tapu kütüğünde yolsuz olarak malik gözüken kişinin o gayrimenkule iyi niyetle davasız ve aralıksız on yıl süreyle zilyet bulunması gerekir. Zilyedin zilyetliğinin dolaylı şekilde devam etmesi (örneğin gayrimenkulü kiralaması) mümkündür. Buna karşılık gayrimenkule malik sıfatıyla başka bir kişi zilyet ise sicilde malik olarak gözüken kişi zamanaşımından yararlanamaz.
Kendisinden beklenen bütün özeni göstermiş olmasına rağmen adına mevcut tescilin yolsuzluğunu bilmeyen kimse Kanun’un 712. maddesinde aranan iyiniyetli olma şartına sahiptir. Bunun karşılığı olarak, tescilin yolsuz olduğunu bilen veya bilmemesi durumun gereklerine göre gerekli özeni göstermemiş olmasından ileri gelen kimse iyiniyetli sayılmaz. Kanun’un 712. maddesinden yararlanabilmek için bu iyiniyetin bütün zamanaşımı süresince varlığı şarttır.
Zilyetlik davasız olmalıdır. Davadan maksat gerçek malik tarafından açılacak kaydın düzeltilmesi davasıdır. Dava dışında gerçek malikin veya üçüncü kişinin tescilin yolsuzluğunu ihtar veya ihbar etmesi iyiniyeti ortadan kaldıracağından olağan zamanaşımından yararlanma olanağı ortadan kalkar.
Zilyetlik aralıksız on yıl devam etmiş olmalıdır. Aralıksız devam etmekten maksat, zilyetliğin zamanaşımı süresince kaybedilmemiş olmasıdır. Kanun’un 976. maddesine göre; fiili hâkimiyetin geçici nitelikteki sebeplerle kullanılmaması veya kullanma olanağının ortadan kalkması zilyetliği sona erdirmez. Bir arazinin geçici olarak su altında kalması halinde zilyetlik kaybedilmiş sayılmaz. Fakat arazi devamlı şekilde su altında kalmış ise, zilyetlik kaybedilmiştir. Keza zilyetliğe dayanarak geri verme davası açma veya zilyetliği idari yoldan geri alma imkânı devam ettiği sürece (Medeni Kanun md. 984, 3091 sayılı Kanun md. 4) zilyetlik geçici olarak kaybedilmiş sayılır ve zilyetlik davası ile hâkimiyet ele geçirilirse zilyetlik kesintiye uğramamış sayılır. Fakat zilyetlik davası açma veya idari yola başvurma süresi geçmişse (Medeni Kanun md. 984, 3091 sayılı Kanun md. 4) zilyetlik devamlı olarak kaybedilmiştir. Kaybedilen zilyetlik ele geçirilince yeni zamanaşımı işlemeye başlar.
Zilyetlik için öngörülen süre on yıldır. Medeni Kanun ’un 996. maddesinde yer alan; “Kazandırıcı zamanaşımından yararlanma hakkına sahip olan zilyet, zilyetliği kendisine devreden aynı yetkiye sahip idiyse onun zilyetlik süresini kendi süresine ekleyebilir” hükmü gereği zamanaşımından yararlanma şartları bulunan her zilyet aynı şartlara sahip olan önceki zilyedin zilyetlik süresini kendi süresine ekleyebilir. On yıllık süre yolsuz tescil ve zilyetlik şartlarının her ikisinin birleşmesiyle işlemeye başlar. Şayet yolsuz tescil tarihi ile adına tescil yapılan kimsenin gayrimenkule zilyet olması aynı zamana rastlıyorsa mesele yoktur. Eğer zilyetliğin kazanılması yolsuz tescilden sonra ise, zamanaşımı zilyetliğin kazanılması tarihinden, şayet zilyetlik yolsuz tescilden önce kazanılmış ise zamanaşımı tescil tarihinden itibaren işlemeye başlar. Gerçekten ne sadece yolsuz tescil, ne de sadece zilyetlik zamanaşımının işlemeye başlamasını sağlamaz. Ancak iki şart birleşince zamanaşımı işlemeye başlayacaktır.
Zamanaşımına ilişkin şartların gerçekleşmesi ile adına yolsuz tescil bulunan zilyet mülkiyeti kazanır. Mahkemeden veya idari bir merciden karar alınmasına, yeni bir tescil yapılmasına gerek yoktur. Böylece başlangıçta sadece şeklen mevcut olan kayıt, zilyet lehine geçerli bir iktisap sağlamış olur ve önceki malik böylece itiraz ve dava hakkını kaybeder.
Medeni Kanunda öngörülen gayrimenkulün Olağanüstü zamanaşımı yoluyle elde edilmesini ayrı bir yazımda sizlere aktaracağım.
1

 

Bilişim Suçlarının Önlenmesi 6 Ocak 2007 Hürses gazetesi

Bilişim suçlarının Önlenmesi
Ceza Hukuku, “kanunsuz suç ve ceza olmaz" ilkesi üzerine kurulmuştur. Bir başka deyimle, suç ve cezanın meclisin çıkardığı bir kanunla tanımlanmış olması , modern ceza hukukunun en önemli özelliğidir. Bu ilke, ceza hukukunda; kanunda açık hüküm bulunmayan hallerde, var olan hükümlerden yola çıkarak, suç ve ceza oluşturulamayacağını, kıyaslama yapılarak suç üretilmesinin ve ceza verilmesinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır.Günümüz ceza hukukunun temel ilkeleri 18-19. yüzyılda atılmış olmakla beraber, bu ilkelerin uygulandığı insan davranışları, teknolojinin de ulaştığı düzey nedeni ile, geçmiştekinden oldukça farklı ve yeni sorunlar şeklinde ceza hukukuna konu oluşturmaktadır.İçinde bulunduğumuz yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bilgisayar ve yazılım teknolojisindeki ilerleme, son 20 yılda Internet gibi açık veya kapalı sistemlerde sayısal haberleşmeyi mümkün kıldı.Son yıllarda elektronik iletişimin, ticari yaşam dahil insan hayatının tüm alanlarına uygulanabilir olması; bu alanlarda ortaya çıkabilecek ihlaller için, suç ve ceza konusunun da irdelenmesi gereğini ortaya çıkardı.
Aralık ayı içerisindeki bir yazımda Ceza Yasamızda ‘’bilişim alanında suçlar’’ başlığı altında düzenlenen suçları yasanın çerçevesinde tanımlamış ve verilen cezaların alt ve üst sınırlarının ne olduğu, hangi koşullarda arttırıldığını aktararak ‘’siber sözleşmenin’’ bir an önce imzalanması gereğini vurgulamıştım. Ceza yasamızda bilişim alanındaki suç ve cezalarla ilgili maddelerin yetersiz olduğu artık ilgili tüm kişilerce biliniyor. Karşılaştığım bazı soruların cevaplarını bulmakta zorlanıyorum. Örneğin elektronik ortamda işlenmiş suçlarda, suçun hangi hallerde Türkiye'de işlenmiş sayılacağının tartışılmasında yarar var. Web sayfası sahibinin, servis sağlayıcılarının yurtdışında olmasının , suç teşkil eden sayfaya fiilen ulaşım veya fiilen ulaşılmasa dahi ulaşılabilir olma durumu önem taşıyor.Aynı şekilde, "yabancı ülkede işlenen suçlar" tanımının da belirlenmesi, suça verilecek ceza, suçluların iadesi, gibi konularda netlik bulunması gerekiyor.Sanık başka ülkede ise, dava açma, sorgulama ve delil toplama açısından farklı durumlar ortaya çıkmakta.yapılan eylemin her iki ülkede de suç teşkil ediyor olması önem arz ediyor. Bu konuda Internette işlenen suçlar açısından ülkeler arasında asgarî uzlaşma arayışı çabalarına Türkiye de koşulsuz katılmalı ve ‘’siber sözleşme ‘’ bir an önce imzalanmalı.
Avrupa Konseyi'nin Siber Suçlarla Mücadele Sözleşmesi'nin henüz taslak halinde olduğunu ve imzaya açıldığını ve 45 ülkenin imzaladığını basından izliyoruz. Ancak yürürlüğe girmesinin zaman alacağını aşikar.
Her teknolojinin zararlı yanlarının da bulunduğu, teknolojik gelişmelere engel olmadan zararlı yönlerinin kontrol altına alınabileceği mekanizmaları oluşturmak önem taşıyor.
Siber sözleşme yürürlüğe girdiğinde “uluslararası eylem” sayılan bir durumda , olaya ilişkin soruşturma, sözleşmeye taraf ülkelerce de takip edilebilecek. Paris’teki bir internet kullanıcısı tarafından oluşturulan çocuk pornosu sitesine yönelik soruşturmaya, suçtan zarar gören ülke olarak Türkiye katılabilecek.İnternet suçluları, sözleşme hükümlerine göre uluslararası düzeyde kırmızı bültenle aranacak ve “uluslarası suçlu” kabul edilecek. Sanal ortamdan faydalanarak sahtekarlık yapanlar da sözleşmeye taraf ülkelerin tümünde suçlu sayılacak.Ayrıca terörün önlenmesi konusunda anılan sözleşme yarar sağlayacak. Avrupa Konseyi Siber Suç Sözleşmesi’ne göre, suç sayılan eylemlerin başında terör geliyor. Terör örgütlerinin internetten yararlanarak yaptıkları haberleşmeler, terör yöntemlerinin ve bomba yapımının internet aracılığıyla yayınlanması ve terör içerikli mesajlar, tek tek belirlenerek sorumluları hakkında uluslararası düzeyde yasal işlem yapılacak.
Sanal dünya, ülkelerin coğrafi sınırlarının hiçbir şekilde hissedilmediği bir dünya gerçeği ortaya koyuyor. Türkiye'nin anılan sözleşmeyi imzalaması halinde dahi, farklı ülkeler farklı yaklaşımlara sahip olacak, sorunlara tam anlamı ile çözüm sağlamayacaktır. Bu nedenle Ceza Hukuku alanında, uluslararası düzeyde, ülkeler arasından bir asgari uzlaşmanın gerçekleşmesi ön şart olarak görünüyorBu bağlamda; Türkiye'de özel bir komisyon oluşturularak uluslararası gelişmelerin yakından izlenmesi ve alternatifli konularda ülke görüşü oluşturulması, uluslararası müzakerelerde yarar sağlayacağı gibi, ilkelerin, politikaların ve uygulamaların önceden tartışılmış,belirlenmiş ve toplumun değer yargılarıyla ters düşmeyen görüşlere dayanarak oluşturulması sorunların daha hızla çözümlenmesine katkıda bulunur görüşündeyim.

 

Köprü zammı-Plakaya ceza ve keyfilik 1 Şubat 2007 Hürses Gazetesi

KÖPRÜ ZAMMI- PLAKAYA CEZA VE KEYFİLİK

Bir ay önceki bir yazımda, Karayolları Genel Müdürlüğünün, köprü ve otoyol araç geçiş ücretlerinin artırılmasına ilişkin kararının, iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Bölge İdare Mahkemesinde açılan bir davanın görülmekte olduğunu yazmıştım.

Geçtiğimiz günlerde Ankara 10. İdare Mahkemesi, köprü ve otoyol araç geçiş ücretlerine yapılan zammın iptali amacıyla açılan davada, yürütmenin durdurulmasına karar verdi. İdare Mahkemesi, 31 Ağustos 2006 tarihinde, İstanbul Boğaz Köprülerine yüzde 33, paralı otoyol geçiş ücretlerine ise yüzde 20 oranında yapılan zammın yürütmesini, ''uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğabileceği'' gerekçesiyle durdurdu. Karayolları Genel Müdürlüğü hiç şüphesiz karara itiraz edecek. Karayolları Genel Müdürlüğü sürecin lehlerine değişmemesi halinde, 1 Eylül'de yapılan zammı geri çekmek zorunda kalacak.

Ankara 10. İdare Mahkemesi'nin, 31 Ağustos 2006 tarihinde, İstanbul Boğaz Köprülerine ve paralı otoyol geçiş ücretlerine yapılan zammın yürütmesini durdurma kararına karşılık, aksi yönde, Karayolları lehine sonuçlanmış benzer bir dava da mevcut. Karayolları Genel Müdürlüğünün itirazı üzerine Bölge İdare Mahkemesi davayı inceleyecek. İptal istemiyle açılan bu davada, henüz ''yürütmeyi durdurma'' kararı verildi. Ancak yürütmeyi durdurma kararları davanın lehe sonuçlanacağı anlamına gelmiyor. 'Kararın İdare’ye tebliğ edildiği tarihten sonra, uygulanması için bir aylık süre var. Bu süre sonunda yargının verdiği kararın İdarece uygulanması zorunlu.

Basın toplantısı düzenleyerek hükümetin politikasını eleştiren davacı, İstanbul Milletvekili Sevigen, köprü ve otoyollara yapılan zamlarla yoksul kesimlerin üzerine gidildiğini, dünyanın hiçbir yerindeki köprü geçiş ücretlerinin Türkiye'deki kadar yüksek olmadığını dile getirdi.

Ankara 10. İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararında ''Önemli kamusal faaliyetlerden olan ulaşım sektörünün öncelikli olarak devletin gelir artırıcı bir kalemi olarak görülmesi, gelişmiş ülkelerdeki geçiş ücretlerinin emsal alınarak saptanması, hakkaniyete, külfetlerin adil dağıtılması ilkelerine aykırı olacağından, Karayolları Genel Müdürlüğü bünyesinde ve denetiminde bulunan İstanbul Boğaz köprüleri araç geçiş ücretlerine yüzde 33, paralı otoyol geçiş ücretlerine de yüzde 20 oranında zam yapılmak suretiyle geçiş ücretlerinin 31 Ağustos 2006 tarihinden itibaren yeniden belirlenmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmamaktadır.'' görüşüne yer verildi.
Gerçekten de enflasyon oranının çok üzerinde köprü zammı yapılması keyfi bir uygulama…

Sevigen’in gündeme getirdiği diğer bir konu trafikte plakaya kesilen keyfi cezalar… Sevigen, plakadan kesilen trafik cezalarını ''arkadan adam vurma'' olarak nitelendiriyor. Gerçek payı olan bu görüşe katılmamak mümkün değil. Trafik kurallarına uyma konusundaki hassasiyetime rağmen bir ay içinde bu şekilde aracıma kesilen iki ceza önümde ödenmeyi bekliyor. ''Yolda gidiyorsunuz ya da aracınızı iki dakika trafiği engellemeyecek şekilde geçiçi olarak park ediyorsunuz birinin canı sıkılıyor, size ceza yazıyor, ayrıca cezanın hukuki gerekçesi de yok. 70, 100, 200 milyon lira cezalar söz konusu. Vatandaş bu konuda feryad ediyor. ‘‘Ali kıran baş kesen’’ zihniyetinden vazgeçilmesini talep ediyorlar. Bu konu İstanbul trafiğinde hemen her araç sürücüsünün başına geliyor. Vatandaş ve tüketici olarak keyfiliğe karşı bu görüşlere katılmamak mümkün değil. Umarız yargının uyarıları doğrultusunda yasa uygulayıcılarında gerekli tutum değişikliğini biraz olsun görebiliriz…

Thursday, January 25, 2007

 

Globalleşme

GLOBALLEŞME

Günümüzde globalleşmeyi isteyip istememe gibi bir şansımız olmadığına göre bu olgunun kaçınılmaz olduğunu kabul etmek ve kendimiz ve ülkemiz için olumlu senaryolar üretmek daha akılcı görünüyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan yoğun sermaye birikiminin yetmişli yıllardaki krizle birlikte ciddî bir sarsıntı geçirdiği ve seksenli yıllarda da toparlanamadığı gerçeği ortadadır. Krizden çıkışın gerçekleşmemesi ve krize karşı uygulanan geleneksel reçetelerin başarısızlığı; seksenli yıllarda ABD'de Reagan ve İngiltere'de Thatcher'ın , iktisat ve sosyal politikalar bağlamında liberal ekonomi politikaları uygulamalarına zemin hazırlamıştır. Savunucularına göre liberal ilke "her yerde, her koşulda devlet karşısında insana ayrıcalık ve öncelik tanınması”dır.
Mevcut kamu işletmelerinin hızla özelleştirme veya tasfiye yoluyla elden çıkarılması; sosyal güvenlik harcamalarının azaltılması, hatta sosyal güvenlik sisteminin tasfiye edilerek bireysel çözümlerin yaygınlaştırılması, yani özel sigorta şirketlerinin özendirilmesi ve yaygınlaştırılması, mal hizmet-sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılarak tam serbestliğin "serbest girişim", "tam rekabet" politikalarının uygulanarak, kaynakların etkin dağıtımıyla globalleşmenin gerçekleşmesi ve bu gelişmeye ayak uyduran ülkelerin ve bireylerin yarar sağlayacakları öngörülmüştür. Söz konusu yararın gelir ve refah düzeyinin yükselmesi anlamını taşıdığı vurgulanmıştır.
Serbest piyasa ekonomisinin sosyal boyutunu bir kenar bırakarak, kâr güdüsü ile bireyciliğin öne çıktığı bir ortamda evrensel barışı, çoğulcu demokratik rejimi ve insan haklarına saygıyı nasıl her şeyin üzerinde tutabileceğimiz şüpheli. Üstelik küreselleşme sürecinde, ulaştıkları yüksek büyüme sayesinde çok uluslu şirketler gelişmiş veya az gelişmiş sayılan tüm ekonomilerin hakimi olacak. Bu süreçte ülke ve dünya siyasetinin çok uluslu şirketlerden etkileneceği aşikar.Üretimin büyük çaplı çokuluslu şirketlerin eline geçmesiyle rekabet ortamı kalmayacak bu şirketler dışında küçük üreticilerin mal üretmesi ve piyasada kalması imkansız hale gelecek. Artacak olan ulaşım olanakları ve sınırların ortadan kalkmasıyla aynı bilgi, beceri ve dünya görüşünü taşıyan insanlar sosyal paylaşımların tadını alamayacak ve tüketim toplumu olma yolunda hızla ilerleyen günümüzde tek keyif verici aktivite alışveriş haline dönüşecek. Ancak o zaman da üretimin büyük ölçüde çokuluslu şirketler tekelinde olması sonucu ürün çeşidi azalacak ve alışverişler de öyle pek keyifli olmayacak sanırım.
Öte yandan yeni Dünya Düzeninin sunacağı olanaklar allanıp pullanırken, ayrı zamanda da yeni düzene karşı çıkılmaması için "aba altından sopa" gösterildiği de açık bir gerçek.

 

2007 yılına Bayramla girmek

Eski bayramlar tadında nice bayramlar ve mutlu yıllar…
Çocukluk yıllarımda dini bayramlarda tüm aile fertleri bir araya gelir ailenin en büyüğü kimse onda bayram yemeği için orada toplanılır, akraba, eş dost ziyaretleri yapılır, el öpülür, küçük çocuklara bayram harçlığı verilir ve en önemlisi bayramlık giysiler önceden özenle hazırlanır. Herkesi bir çoşku seli alır giderdi sanki…
Bayram öncesi evin içinde oldukça telaşlı bir hazırlık başlar, önce ev kıyı köşe elden geçirilir, geleneksel tatlılar yapılması için evde özel bir hazırlık yapılır, malzemeler özenle seçilir ve bu işi iyi bilen bir tanıdık belirlenen günde tatlı ritüelini başlatır. Misafir çocukları için el öpme karşılığı verilecek armağanlar, şekerler çikolatalar hazırlanır ve her bayram annemin, ikram edilen tatlı, şeker ve çikolatalardan ne miktarda yememiz gerektiği konusundaki can sıkıcı öğütleri tekrarlanır.
Ancak bayram benim için teyze, amca,hala, dayı, anneanne ve babaanneye yakın olmak anlamını taşıdığı için ayrıca neşe ve mutluluk içinde heyecanla beklenen günlerdi.
Lise ve üniversite yılları ise aile ziyaretleri ve bayram sevincinin yerini tatil heyecanının aldığı yıllardı.
Sokaklarda, bahçelerde kurban kesme olayı yaygındı çocuklar üzerinde nasıl bir etki yarattığı hiç düşünülmeden her yer kan gölüne çevrilirdi. Günümüzde de Belediyeler yeterli önlemi almasına rağmen sanırım bu durum yurdun her köşesinde yaşanıyor.
Sanırım artık çok istesek de çocuklarımıza, yaşadığımız bayramlar tadında geleneksel bayramlar yaşatamayız. Yaşam öylesine değişti ki… Bayram ziyaretlerinin yerini önce telefon konuşmaları aldı son yıllarda da mail vasıtasıyla kutlamalar…
Ama ben, yine de tüm akrabaların bir araya geldiği, aile bağlarının güçlendiği, geceyarılarına dek süren sohbetlerin yapıldığı, kaybedilenlerin ziyaret edildiği duygu yüklü bayramları çocuklarıma da yaşatabilmeyi çok isterdim…

Lise yıllarında hayatı şiirle dopdolu geçen edebiyat öğretmenimizin her bayram öncesi tüm öğrencilerine Tevfik Fikret’in ‘’Haluk’un Bayramı’’ şiirini okuduğunu hatırlıyorum. Bayramda sevinen oğluna, sevinemeyen başka çocukların varlığını hatırlatan, sevinemeyen çocukların yaşadığı kederi oğlunun hissetmesini anlatan ünlü bir şiir.
Edebiyatımızda bir başka ramlar. bayram şiiri de Mehmet Akif Ersoy’un bayram salıncağına binememiş yetim bir kız çocuğunun kederini anlatan şiiri…
Ama ben yine de eski bayramlar tadında yeni bayramlar yaşamıyorsam da yeni bayramların keyfini sürüyorum. Bayramlarda İstanbul’dan ayrılmayı hiç mi hiç istemiyoum, kalabalığından kurtulan kenti yaşamak bana büyük keyif veriyor.
Hepinize iyi yıllar ve mutlu bayramlar…

 

2007 yılına Bayramla girmek

Eski bayramlar tadında nice bayramlar ve mutlu yıllar…
Çocukluk yıllarımda dini bayramlarda tüm aile fertleri bir araya gelir ailenin en büyüğü kimse onda bayram yemeği için orada toplanılır, akraba, eş dost ziyaretleri yapılır, el öpülür, küçük çocuklara bayram harçlığı verilir ve en önemlisi bayramlık giysiler önceden özenle hazırlanır. Herkesi bir çoşku seli alır giderdi sanki…
Bayram öncesi evin içinde oldukça telaşlı bir hazırlık başlar, önce ev kıyı köşe elden geçirilir, geleneksel tatlılar yapılması için evde özel bir hazırlık yapılır, malzemeler özenle seçilir ve bu işi iyi bilen bir tanıdık belirlenen günde tatlı ritüelini başlatır. Misafir çocukları için el öpme karşılığı verilecek armağanlar, şekerler çikolatalar hazırlanır ve her bayram annemin, ikram edilen tatlı, şeker ve çikolatalardan ne miktarda yememiz gerektiği konusundaki can sıkıcı öğütleri tekrarlanır.
Ancak bayram benim için teyze, amca,hala, dayı, anneanne ve babaanneye yakın olmak anlamını taşıdığı için ayrıca neşe ve mutluluk içinde heyecanla beklenen günlerdi.
Lise ve üniversite yılları ise aile ziyaretleri ve bayram sevincinin yerini tatil heyecanının aldığı yıllardı.
Sokaklarda, bahçelerde kurban kesme olayı yaygındı çocuklar üzerinde nasıl bir etki yarattığı hiç düşünülmeden her yer kan gölüne çevrilirdi. Günümüzde de Belediyeler yeterli önlemi almasına rağmen sanırım bu durum yurdun her köşesinde yaşanıyor.
Sanırım artık çok istesek de çocuklarımıza, yaşadığımız bayramlar tadında geleneksel bayramlar yaşatamayız. Yaşam öylesine değişti ki… Bayram ziyaretlerinin yerini önce telefon konuşmaları aldı son yıllarda da mail vasıtasıyla kutlamalar…
Ama ben, yine de tüm akrabaların bir araya geldiği, aile bağlarının güçlendiği, geceyarılarına dek süren sohbetlerin yapıldığı, kaybedilenlerin ziyaret edildiği duygu yüklü bayramları çocuklarıma da yaşatabilmeyi çok isterdim…

Lise yıllarında hayatı şiirle dopdolu geçen edebiyat öğretmenimizin her bayram öncesi tüm öğrencilerine Tevfik Fikret’in ‘’Haluk’un Bayramı’’ şiirini okuduğunu hatırlıyorum. Bayramda sevinen oğluna, sevinemeyen başka çocukların varlığını hatırlatan, sevinemeyen çocukların yaşadığı kederi oğlunun hissetmesini anlatan ünlü bir şiir.
Edebiyatımızda bir başka ramlar. bayram şiiri de Mehmet Akif Ersoy’un bayram salıncağına binememiş yetim bir kız çocuğunun kederini anlatan şiiri…
Ama ben yine de eski bayramlar tadında yeni bayramlar yaşamıyorsam da yeni bayramların keyfini sürüyorum. Bayramlarda İstanbul’dan ayrılmayı hiç mi hiç istemiyoum, kalabalığından kurtulan kenti yaşamak bana büyük keyif veriyor.
Hepinize iyi yıllar ve mutlu bayramlar…

 

Bilişim suçları ve önlenmesi

Bilişim suçları ve önlenmesi

Ceza Hukuku, “kanunsuz suç ve ceza olmaz" ilkesi üzerine kurulmuştur. Bir başka deyimle, suç ve cezanın meclisin çıkardığı bir kanunla tanımlanmış olması , modern ceza hukukunun en önemli özelliğidir. Bu ilke, ceza hukukunda; kanunda açık hüküm bulunmayan hallerde, var olan hükümlerden yola çıkarak, suç ve ceza oluşturulamayacağını, kıyaslama yapılarak suç üretilmesinin ve ceza verilmesinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır.Günümüz ceza hukukunun temel ilkeleri 18-19. yüzyılda atılmış olmakla beraber, bu ilkelerin uygulandığı insan davranışları, teknolojinin de ulaştığı düzey nedeni ile, geçmiştekinden oldukça farklı ve yeni sorunlar şeklinde ceza hukukuna konu oluşturmaktadır.İçinde bulunduğumuz yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bilgisayar ve yazılım teknolojisindeki ilerleme, son 20 yıldan beri Internet gibi açık veya kapalı sistemlerde iletişimi mümkün kılmıştır.Son yıllarda açık ve kapalı sistemlerdeki sayısal haberleşmenin, ticari yaşam dahil insan hayatının tüm alanlarına uygulanabilir olması; bu alanlarda ortaya çıkabilecek ihlaller için, suç ve ceza konusunun da irdelenmesi gereğini ortaya koymuştur.Aralık ayı içerisindeki bir yazımda Ceza Yasamızda ‘’bilişim alanında suçlar’’ başlığı altında düzenlenen bilişim suçlarını yasanın elverdiği ölçüde tanımlamış ve verilen cezaların alt v e üst sınırlarını hangi koşullarda arttırıldığını anlatmış ve ‘’siber sözleşmenin’’ bir an önce imzalanması gereğini vurgulamıştım.Ancak ceza yasamızda bilişim alanındaki suç ve cezalarla ilgili maddelerin yetersiz olduğu artık herkes tarafından biliniyor. Karşılaştığım soruların cevaplarını bulmakta zorlanıyorum.Örneğin elektronik ortamda işlenmiş suçlarda, suçun hangi hallerde Türkiye'de işlenmiş sayılacağının tartışılmasında yarar bulunmaktadır. Web sayfası sahibinin, servis sağlayıcılarının yurtdışında olmasının bu konu üne olduğu , suç teşkil eden sayfaya fiilen ulaşım veya fiilen ulaşılmasa dahi ulaşılabilir olma durumu önem taşıyor.Aynı şekilde, "yabancı ülkede işlenen suçlar" tanımının da belirlenmesi, suça verilecek ceza, suçluların iadesi, gibi konularda netlik bulunması gerekiyor.Sanık başka ülkede ise, dava açma, sorgulama ve delil toplama açısından farklı durumlar ortaya çıkmakta.yapılan eylemin her iki ülkede de suç teşkil ediyor olması önem arz ediyor, bu konuda Internette işlenen suçlar açısından ülkeler arasında asgarî uzlaşma arayışı çabalarına Türkiye de koşulsuz katılmalı ve ‘’siber sözleşme ‘’ bir an önce imzalanmalıdır.
Avrupa Konseyi'nin Siber Suçlarla Mücadele Sözleşmesi'nin henüz taslak halinde olduğunu ve imzaya açıldığını ve 45 ülkenin imzaladığını basından izliyoruz. Ancak yürürlüğe girmesinin zaman alacağını aşikar.
Her teknolojinin zararlı yanlarının da bulunduğu, teknolojik gelişmelere engel olmadan zararlı yönlerinin kontrol altına alınabileceği mekanizmaları oluşturmak önem taşıyor.
Siber sözleşme yürürlüğe girdiğinde “uluslararası eylem” sayılan bir durumda , olaya ilişkin soruşturma, sözleşmeye taraf ülkelerce de takip edilebilecek. Paris’teki bir internet kullanıcısı tarafından oluşturulan çocuk pornosu sitesine yönelik soruşturmaya, suçtan zarar gören ülke olarak Türk polisi katılabilecek.İnternet suçluları, sözleşme hükümlerine göre uluslararası düzeyde kırmızı bültenle aranacak ve “uluslarası suçlu” kabul edilecek. Sanal ortamdan faydalanarak sahtekarlık yapanlar da sözleşmeye taraf ülkelerin tümünde suçlu sayılacak.Avrupa Konseyi Siber Suç Sözleşmesi’ne göre, suç sayılan eylemlerin başında terör geliyor. Terör örgütlerinin internetten yararlanarak yaptıkları haberleşmeler, terör yöntemlerinin ve bomba yapımının internet aracılığıyla yayınlanması ve terör içerikli mesajlar, tek tek belirlenerek sorumluları hakkında uluslararası düzeyde yasal işlem yapılacak.
Sanal dünya, ülkelerin coğrafi sınırlarının hiçbir şekilde hissedilmediği bir dünya gerçeği ortaya koyuyor. Türkiye'nin anılan sözleşmeyi imzalaması halinde dahi, farklı ülkeler farklı yaklaşımlara sahip olacak, sorunlara tam anlamı ile çözüm sağlamayacaktır. Bu nedenle Ceza Hukuku alanında uluslararası düzeyde, ülkeler arasından bir asgari uzlaşmanın gerçekleşmesi ön şart olarak görünmektedir.Bu bağlamda; Türkiye'de özel bir komisyon oluşturularak uluslararası gelişmelerin yakından izlenmesi ve alternatifli konularda ülke görüşü oluşturması, uluslararası müzakerelerde ağırlık hissettirmeyi sağlayacağı gibi, bu konumdaki ilkeler, politikalar ve uygulamalar önceden tartışılmış,belirlenmiş ve toplumun değer yargılarıyla ters düşmeyen görüşlere dayanarak oluşturulmasına imkan tanıyacaktır.

 

Boşanan eşlerin birlikte oturması

BOŞANAN EŞLERİN BİRLİKTE OTURMASI

Son yıllarda ekonomik koşulların her geçen gün güçleşmesi sonucu iyi yürüyen evliliklerde bile ya vefat etmiş anababadan emekli-yetim maaşı alabilmek için, ya da diğer eşin kanuni takipteki borçlarından etkilenmemek için usulen yapılan boşanmaların çok yaygınlaştığını görüyoruz.
Yıllar önce bir mahkeme salonunda duruşma sıramı beklerken izlediğim bir boşanma davası, yıllarla bu deneyimimi espirili bir şekilde yakınlarıma anlatmak suretiyle her benzer olayda anımsamama neden oldu. Babacan hakim boşanmak isteyen eşe sormuştu : “Hanım bu adamdan niye boşanmak istiyorsun, neyi paylaşamıyorsun kocanla?” Kadıncağız da çok samimi bir tavırla “Hakim bey aslında biz iyi geçiniyoruz ama, geçim sıkıntısı çekiyoruz, boşanırsak babamdan maaş alacağım diye boşanmak istiyoruz.” Hakim ve salondaki diğer avukatlar bu samimi itiraf karşısında şaşırıp kalmıştık. Dava nasıl gelişti ve sonuçlandı bilemiyorum, ancak günümüzde bu tür boşanmaların artış gösterdiği ve sistemin bu boşluğunun kötüye kullanıldığı bilinen bir gerçek…

Yargıtay ilgili Hukuk Dairesi de bu gerçeğin farkında…Dava konusu birçok olayda boşanmış olmalarına karşın birlikte yaşamaya devam eden eşlerin boşanmaları ‘’danışıklı boşanma ‘’ sayılıyor ve alacaklıların haklarının bu tür boşanmalardan etkilenmeyeceği yönünde kararlar veriliyor.

Sözkonusu olayda danışıklı boşanma yaparak birlikte oturmaya devam eden eşlerin birlikte oturdukları evdeki eşyalar İcra iflas Kanunu’nun 8. maddesi uyarınca haczediliyor. Boşanmış eş, haczedilen eşyaların mülkiyetinin kendisine ait olduğunu ileri sürerek birkaç fatura ibraz ediyor. Oysa haczin yapıldığı dairenin bulunduğu apartmanın güvenlik görevlisi ve temizlik işçisi borçlunun yarım saat önce evden çıktığını belirtmişler ve haciz tutanağını imzalamışlardır. Daha sonra aynı kişiler mahkemede farklı ifade vermişler ve borçlunun ayrı bir evde yaşadığını beyan etmişler. Ancak tanık ifadelerindeki çelişkiler ve boşanma ilamının kesinleşmesinden sonra, apartman aidatlarının bankaya borçlu tarafından yatırıldığı, dijital TV kanalına üye olunduğu ve ikamet adresi olarak haciz adresinin bildirildiği, banka dekont ve ekstrelerinden görülünce, boşanmış olmalarına rağmen birlikte yaşamaya devam eden eşlerin boşanmalarının “danışıklı” sayılmasına ve bu durumda alacaklının haklarının korunması gerektiğine karar veriliyor.
Haczedilen eşyaların mülkiyetinin kendisine ait olduğunu ileri süren eşin bu iddiasını doğrulamak amacıyla mahkemeye ibraz ettiği faturalar da mahkemece yeterli görülmüyor. Faturaların “istenilen kişi adına düzenlenmesi her zaman mümkün nitelikteki” belgelerden olduğu, başka güçlü delillerle desteklenmedikçe geçerli olamayacağı belirtilerek alacaklının haklarının etkilenmediğine ve takibin devam etmesi gerektiğine karar veriliyor.

Mal kaçırma amacına yönelik veya sosyal güvenlik kurumundan yetim maaşı almak için gerçekleştirilen boşanmalar her zaman istenilen sonuca ulaşamıyor. Birçok durumda, adaletin yerine geldiğini, alacaklıların haklarının titiz yargılamalar yapılmak suretiyle korunduğunu görmek adalete olan güveni attırıyor ve birey olarak kendimizi güvende hissetmemizi sağlıyor. Ancak sosyal güvenlik sistemimizin bu tür suistimallere açık noktalarının kapatılmaması kamu bütçesini olduğu gibi toplum vicdanını da yaralıyor.

 

trafik terörizmi ve Türk Ceza Yasası

Trafik Terörizmi ve Türk Ceza Yasası

Karayolları Trafik Yasasına göre; her ay toplanması gereken Karayolu Trafik Güvenliği Kurulu son 19 ayda dört kez toplanmış. Kurul, Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanı’nın Başkanlığında, Jandarma Genel Komutanlığı, Türk Standartları Enstitüsü, Türkiye Şöförler ve Otomobilciler Federasyonu, Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği, Trafik Kazalarını Önleme Derneği, Trafik Kazaları Yardım Vakfı ve Ankara Büyükşehir belediyesi temsilcileriyle uygun görülen bir üniversite temsilcisinden oluşuyor.
Türkiye’nin, trafik kazalarında dünya ülkeleri arasında ilk sıralarda yer aldığını sık sık yazılı basında görüyoruz. Son beş yılda, ülkemizde 1.812.990 trafik kazası olmuş, bunun sonucunda 26.418 kişi hayatını kaybetmiş, 555.463 kişi ise yaralanmıştır. Ülkemizdeki trafik kazalarının % 65’i alkollü araç kullanma, önemli bir oranı da hız nedeniyle meydana geliyor.
Dünya sağlık Örgütü (WHO)’nun verilerine göre de ölümlü trafik kazalarının büyük bölümü Alkollü araç kullanmaktan ötürü meydana geliyor.Dünyada olduğu gibi ülkemizde de alkollü araç kullanımının ve hız tutkunlarının önüne geçilemediği acı bir gerçek. Alkolün, sürücüler üzerindeki etkileri, ilgili yasa tasarılarında sıralanıyor. Alkolün en az miktarının bile beyni uyuşturduğu , dikkati ve refleksi azalttığı , zaafa uğrattığı gözün odak hareketlerini yavaşlattığı bazı durumlarda yok ettiği , görüş netliğini azalttığı, olaylar karşısında karar verme hızını azalttığı, mesafeleri takip etme yetisini kaybettirdiği, heyecanları kontrolden çıkardığı, cesaret ve kabadayılık hislerini anormal şekilde kamçıladığı, muhakeme mekanizmasını zaafa uğrattığı açık ve net bir şekilde ifade ediliyor.

Ayrıca ehliyet alımı konusunda da ciddi bir düzenleme yapılmalı ve olayın ciddiyetine yakışır bir uygulama ile ehliyet alınması sağlanmalıdır. Yıllardır sürdürülen uygulamanın gayri ciddi olduğunu bilmeyenimiz kalmadı. Sürücü kurslarının bazıları on saat ders vermek üzere anlaşma yapıyor sonra altı yedi derste sen çok iyi öğrendin bu kadar yeterli diyor ve elini direksiyona sürmemiş öğrenci beş altı defa yarım saat direksiyonda başında kalmış olarak ehliyet alıyor ve sonrası malum acı gerçek…

Yaşamımızı sürdürdüğümüz sitenin görevlisinin yaşadığı, vicdanımı sızlatan olay geçen yıl yaşandı. Ehliyeti aldığının birinci ayında , kayınbiraderinin arabasını istiyor, adamcağız istemeyerek veriyor ve bizim Hamdi Efendi bir aylık ehliyet ve ödünç otomobille frene basmak isterken gaza basıyor ve kaldırımda oynayan dört yaşında bir çocuğun parçalanarak ölmesine sebebiyet veriyor…
Siz yetkiyi vermişsiniz, ehliyeti almış, kendine güveni de var….Bence bu durumlarda kusur iki tarafta … Olaya ticari boyutta bakan sürürcü kurslarının sorumluluğu tartışılmıyor.
Son zamanlarda sevindirici bir yargı kararı oluştu. Mesleği şoför olan kişinin alkollü olarak araç kullanması sonucu meydana gelen trafik kazası Yeni Türk Ceza Yasası’nda yer alan ‘’olası kast ‘’ kapsamında değerlendirildi. Olası kast Yasada ‘’Kişinin suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen fiil işlemesi hali olarak tanımlanmakta. Olası kast söz konusu olduğunda da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gerektiren suçlarda müebbet hapis cezası veriliyor. Bu yönde bir kararın Yargıtay Kararlarıyla yerleşmesi alkollü araç kullanımı tamamen olmasa da önemli ölçüde ortadan kaldıracak niteliktedir.
Son zamanlara kadar trafik kazasında ölüme sebebiyet verdiğiniz zaman ‘’taksirle öldürme ‘’ suçu işlemiş oluyorsunuz ve Asliye Ceza Mahkemelerinde görülen bu dava sonucu verilen ceza 2 yıldan 6 yıla kadar hapis… Kusur oranınıza göre ceza alıyorsunuz….Kusur oranının üzerinde de rahatça oynanabildiği diğer bir acı gerçek…
Ancak uygulamada 2-3 ay tutuklu kalıyorsunuzsonra davanız 2-3 yıl kadar devam ediyor ve tutuklu geçen süreniz cezanızı karşılıyor ve siz yine özgürsünüz.
Alkollü araç kullanarak veya tamamıyla kusurlu olarak ölüme sebebiyet verenlerin cezalarının hafifletilmesi veya paraya çevrilmesi adil değil.
.
ABD’li bir anne olan Rochelle Sobel 25 yaşındaki oğlu Aron’u Mayıs 1995 tarihinde Bafa Gölü yakınlarında 23 kişinin ölümüyle sonuçlanan kazada kaybediyor. Yaralı anne oğlunun tıp eğitimini bitirdikten sonra tatil için Türkiye’ye geldiğini mezuniyet törenine gözyaşları içinde kendisinin katıldığını anlatıyor.Uzunca bir süre ‘’ her sabah o diplomaya bakıp ‘’bu dünyadaki trafik kazalarının sonlanması için çalışmalıyım diyor ve ardından Uluslararası
Güvenlik Karayolu Derneğini kurulmasına öncülük ediyor. Sobel dünyanın dört bir yanında çocuklarını kazalarda kaybeden ailelerin hayatlarına yer verdiği’’Güvenli Trafik Bölgeleri Uygulama Rehberi ‘’ adlı kitabı için kızı Selin Uras’ı Bağdat caddesindeki trafik kazasında kaybeden Boray Uras’ a da yer veriyor.
Tahminen on yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörlerinden değerli Hocam Ergun Özsunay ‘da benzer bir kazada kızını kaybetmişti Avukat olan anne, ağabey ve değerli hocam seslerini duyurmaya çalışmışlardı ancak yalnızca başına gelenlerin çığlıkları kalabalıkta duyulmuyor. Böyle bir felaketle karşılaşmadan Trafik canavarına karşı ORTAKBİR SAVAŞ başlatmalıyız
Eğitimle ve alınacak tedbirlerle trafik konusu terör olmaktan çıkarılıp "kaza" niteliği kazandırılabilir…
Trafik canavarına karşı ortak bir savaş başlatmalıyız Hepimize bu konuda bilinç ve kazasız günler diliyoru

Tuesday, January 23, 2007

 

Korkutucu söz de şiddet sayılacak

Korkutucu söz de şiddet sayılacakAilenin Korunması Hakkında Kanun'da köklü değişiklikler öngören yasa tasarısı Adalet Komisyonunda kabul edildi .Yasanın yürürlüğe girmesi halinde, mağdurları korkutacak söz bile "şiddet" sayılacak. Ailenin Korunması Hakkında Kanun'un sınırlarının genişletilmesine yer veren ve .Komisyondan geçen tasarı, yürürlüğe girdikten sonra , şiddet gösteren eşinden boşanan veya ayrı yaşayan mağdur, aynı çatı altında yaşayan aileler gibi gerekli koruma önlemlerinin alınmasını talep edebilecek . Yargıç, talep olmasa bile şiddet gösteren kişinin tedavi olmasına karar verebilecek. Alınan önlemlerin uygulanması mağdura herhangi bir mali külfet yüklemeyecek.

Mevcut kanunda, aile içi şiddete maruz kalan eş ve çocukların korunabilmesi için "aynı çatı altında yaşamak" koşulu aranıyor. Yeni düzenlemeye göre koruma önlemleri, mahkemece boşanmalarına ya da belirli bir süre ayrı yaşamalarına karar verilen veya mahkeme kararı olmaksızın ayrı yaşayan eşler için de geçerli olacak. Aile yargıcı, önlemlerin bir veya birkaçının şiddet gösteren bireye uygulanmasına karar verebilecek.
Ayrýca, yargıca, mağdura şiddet ve korkuya yönelik söz söyleme yasağı koyma yetkisi veriliyor. Mevcut yasa diğer eşe ve çocuklara veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerine karşı şiddete yönelik davranışlarda bulunmaması, müşterek evden uzaklaştırılarak evin diğer eşe ve çocuklara tahsisi diğer eşi ve çocukları iletişim vasıtalarıyla rahatsız etmemesi, eşyalarına zarar vermemesi, alkollü veya uyuştururcu herhangi bir madde kullanmış olarak ortak konuta gelmemesi için altı ay süreyle karar alınmasını imkan tanıyordu.
Yeni düzenlemeyle birlikte böylece "söz" de şiddet unsuru sayılacak ve mağdurun , tedbir kararlarının yerine getirilmesi için herhangi bir bedel ödememesi maddi imkansızlıklar içinde yaşamını sürdüren dar gelirli için önemli imkan oluşturacak.
Yine yeni düzenlemeye göre, hakkında önlem alınan eşin ailenin geçimini sağlayan kişi olması durumunda , yargıç mağdurun talebi olmasa bile bu kişinin tedbir nafakası ödemesine karar verebilecek.
Yukarýda sayýlan tedbirlerin alýnmýº olmasý halinde "tedbir kararlarının 6 ay içinde uygulanacağı ve şiddet gösteren kişinin bu önlemleri yerine getirmemesi halinde hapse mahkûm edileceği konusunda uyarılması gerektiği" hükmü zaten yürürlükteki yasada mevcuttu. Savcılar, önlem kararına uymayan kişi hakkında 6 aya kadar hapis istemiyle dava açabiliyordu..Tasarıda yer alan önemli bir madde de şiddete başvuran eş için
Yargıcın "muayene veya tedavi için bir sağlık kuruluşuna başvurmasını sağlama" kararı alabilmesi. Buna göre yargıç, şiddet gösteren aile üyesinin psikolojik tedavi veya alkol ve uyuşturucu tedavisi görmesi için sağlık kuruluşuna başvurmasına karar verebilecek. Tedavi görmeyenlere yaptırım uygulanacak.Tasarıdaki ‘’eş ve çocuklar’’ ifadesinin ‘’diğer aile bireyleri ‘’ şeklinde değiştirilmesi gerektiğini,böylece Türkiye’nin gerçeği olan ‘’dini nikahlı eşlerin ve kumaların ‘’ aile içi şiddete karşı korunmasız bırakılmamış olacağı ifade edilse de mağdur olan eşi korkutucu söze karşı koruyan tasarı, tarafları birbirlerine saygılı olmaya zorlayıcılığıyla son derece umut verici.

 

Kamu ihale sözleşmelerinde fesih nedenleri

Kamu ihale sözleşmelerinde fesih nedenleri
Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’na göre kamu ihaleli işlerde sözleşmenin feshi nedenleri dört farklı şekilde ortaya çıkmaktadır.

1- Müteahhidin kusurundan kaynaklanan fesih nedenleri; 4735 sayılı kanunun 19 -21 inci maddelerinde düzenlenmiştir.

Sözleşme yapıldıktan sonra mücbir sebep halleri dışında müteahhidin mali acz içinde bulunması nedeniyle taahhüdünü yerine getiremeyeceğini gerekçeleri ile birlikte yazılı olarak bildirmesi halinde, ayrıca protesto çekmeye gerek kalmaksızın kesin teminat ve varsa ek kesin teminatlar gelir kaydedilir ve sözleşme feshedilerek hesabı genel hükümlere göre tasfiye edilir. Aşağıda belirtilen hallerde idare sözleşmeyi fesheder:

a) Müteahhidin taahhüdünü ihale dokümanı ve sözleşme hükümlerine uygun olarak yerine getirmemesi veya işi süresinde bitirmemesi üzerine, idarenin en az yirmi gün süreli ve nedenleri açıkça belirtilen ihtarına rağmen aynı durumun devam etmesi,

b) Sözleşmenin uygulanması sırasında müteahhidin 25 inci maddede sayılan yasak fiil veya davranışlarda bulunduğunun tespit edilmesi.

Bu hallerde, ayrıca protesto çekmeye gerek kalmaksızın kesin teminat ve varsa ek kesin teminatlar gelir kaydedilir ve sözleşme feshedilerek hesabı genel hükümlere göre tasfiye edilir.

Müteahhidin, ihale sürecinde Kamu İhale Kanununa göre yasak fiil veya davranışlarda bulunduğunun sözleşme yapıldıktan sonra tespit edilmesi halinde, kesin teminat ve varsa ek kesin teminatlar gelir kaydedilir ve sözleşme feshedilerek hesabı genel hükümlere göre tasfiye edilir.

Ancak, taahhüdün en az yüzde 80'inin tamamlanmış olması ve taahhüdün tamamlattırılmasında kamu yararı bulunması kaydıyla aşağıdaki hallerde, idare sözleşmeyi feshetmeksizin müteahhitden taahhüdünü tamamlamasını isteyebilir. Bu takdirde müteahhit taahhüdünü tamamlamak zorundadır.

a) İvediliği nedeniyle taahhüdün kalan kısmının yeniden ihale edilmesi için yeterli sürenin bulunmaması,

b) Taahhüdün başka bir müteahhide yaptırılmasının mümkün olmaması,

c) Müteahhidin yasak fiil veya davranışının taahhüdünü tamamlamasını engelleyecek nitelikte olmaması.

Bu durumda, müteahhit hakkında 26 ncı madde hükmüne göre işlem yapılır ve müteahhitden kesin teminat ve varsa ek kesin teminatların tutarı kadar ceza tahsil edilir.

(22 Ocak Pazartesi devam edecek)





KAMU İHALE SÖZLEŞMELERİNDE FESİH NEDENLERİ (2)
Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’na göre kamu ihaleli işlerde sözleşmenin feshi nedenlerinin dört farklı şekilde ortaya çıktığını ve müteahhidin kusurundan kaynaklanan fesih nedenlerini önceki yazımda ifade etmiştim.

2-Müteahhitden kaynaklanan ancak müteahhide kusur atfedilemeyen fesih nedenleri, aynı kanunun 17 ve 18 inci maddelerinde düzenlenmiştir.

Müteahhidin ölümü, iflası, ağır hastalığı, tutukluluğu veya özgürlüğü kısıtlayıcı bir cezaya mahkumiyeti hallerinde aşağıdaki hükümler uygulanır:

a) Müteahhidin ölümü halinde, sözleşme feshedilmek suretiyle hesabı genel hükümlere göre tasfiye edilerek kesin teminatları ve varsa diğer alacakları varislerine verilir. Ancak, aynı şartları taşıyan ve talepte bulunan varislere idarenin uygun görmesi halinde, ölüm tarihini izleyen otuz gün içinde varsa ek teminatlar dahil taahhüdün tamamı için gerekli kesin teminatı vermeleri şartıyla sözleşme devredilebilir.
b) Müteahhidin iflas etmesi halinde, sözleşme feshedilerek yasaklama hariç hakkında 20 ve 22 nci maddeye göre işlem yapılır.
c) Ağır hastalık, tutukluluk veya özgürlüğü kısıtlayıcı bir cezaya mahkumiyeti nedeni ile müteahhidin taahhüdünü yerine getirememesi halinde, bu durumun oluşunu izleyen otuz gün içinde müteahhidin teklif edeceği ve ilgili idarenin kabul edeceği birinin vekil tayin edilmesi koşuluyla taahhüde devam edilebilir. Ancak, müteahhidin kendi serbest iradesi ile vekil tayin edecek durumda olmaması halinde, yerine ilgililerce aynı süre içinde genel hükümlere göre bir yasal temsilci tayin edilmesi istenebilir. Bu hükümlerin uygulanmaması halinde, sözleşme feshedilerek yasaklama hariç haklarında 20 ve 22 nci maddeye göre işlem yapılır.

Ortak girişimlerce yerine getirilen taahhütlerde, ortak girişimi oluşturan kişilerden birinin ölümü, iflası, ağır hastalığı, tutukluluğu, özgürlüğü kısıtlayıcı bir cezaya mahkum olması veya dağılması sözleşmenin devamına engel olmaz. Ancak, bunlardan biri idareye pilot veya koordinatör ortak olarak bildirilmiş ise, pilot veya koordinatör ortağın gerçek veya tüzel kişi olmasına göre iflas, ağır hastalık, tutukluluk, özgürlüğü kısıtlayıcı bir cezaya mahkumiyet veya dağılma hallerinde, sözleşme feshedilerek yasaklama hariç haklarında 20 ve 22 nci maddeye göre işlem yapılır. Pilot veya koordinatör ortağın ölümü halinde ise sözleşme feshedilmek suretiyle yapılmış olan işler tasfiye edilerek kesin teminat iade edilir. Bu durumların oluşunu izleyen otuz gün içinde diğer ortakların teklifi ve idarenin uygun görmesi halinde de, teminat dahil o iş için pilot veya koordinatör ortağın yüklenmiş olduğu sorumlulukların üstlenilmesi kaydıyla sözleşme yenilenerek işe devam edilebilir. Pilot veya koordinatör ortak dışındaki ortaklardan birinin ölümü, iflası, ağır hastalığı, tutukluluğu, özgürlüğü kısıtlayıcı bir cezaya mahkum olması veya dağılması halinde, diğer ortaklar teminat dahil işin o ortağa yüklediği sorumlulukları da üstlenerek taahhüdü yerine getirirler.

3-Tarafların kusuruna dayanmayan fesih nedenleri ise, mücbir sebep halleri olup Kanunun 23 üncü maddesinde düzenlenmiştir. Mücbir sebeplerden dolayı sözleşmenin feshedilmesi halinde, hesabı genel hükümlere göre tasfiye edilerek, kesin teminat ve varsa ek kesin teminatlar iade edilir.

4-Kamu İhale Kurumunun ihalenin iptaline karar vermesi üzerine sözleşmenin feshedilmesi ise feshin dördüncü şeklini oluşturmaktadır.


Sözleşmenin feshini gerektiren durumlarda, taraflara kusur yüklenip yüklenemeyeceğinin değerlendirilmesi önemlidir. Bu durumda diğer tarafa kusur yükleyen tarafın bu savını ispatla yükümlü olduğunu hatırlatmak gerekir.

 

''Su kıtlığı ile mücadele''

"Su kıtlığı ile mücadele"
7 Ocak tarihli Hürriyet Gazetesinde sayın Bekir Coşkun’un ‘’Kuraklık ‘’ başlıklı yazısını okuduktan sonra, çocukluğumun ve lise yıllarımın geçtiği, her yanından dereler, pınarlar akan Antalya ‘nın da aynı kaderi paylaştığını hissederek uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bu yazıya hemen başladım.
Biraz da iki yıl önce kaybettiğim benim de‘’doğaya sevdalı’’ babamın, bu konudaki vasiyetini hatırlayarak. Birlikte Tema Vakfı için araştırmalar yapardık, sonra da bu bilgileri Antalya radyosunda sabah kuşağında bir arkadaşıyla birlikte Vakfı tanıtıcı söyleşilerde kullanır ve su kaynaklarıyla erozyonu farklı bir yaklaşımla bütünleştirirdi. Lara’dan başlayarak Belek’e kadar uzanan sahil şeridinde, sayısız otellerin yapılmasına şiddetle karşıydı ‘’gün gelecek bütün bu tesisler su yetersizliğinden terk edilecek ve sonuçta harabeye dönecek ‘’ diye kederlenirdi.
Babamın doğup büyüdüğü Korkuteli ilçesinde, yetmişli yıllarda yapılan Korkuteli Barajı’nın yerini, çok daha eski yıllarda, ilk gençlik yıllarında belirleyebilecek öngörüye sahip olan ve hep haklı çıktığına tanık olduğum babamın bu sahil şeridindeki oteller zinciri konusundaki tahmininde yanılmış olmasını diliyorum.
Plansız yapılaşma ve yeraltı sularının sınırsız ve kontrolsüz kullanımına tanığım ben de. Yer altı sularının kullanımı ve kuyuların açılmasına izin veren kurumda çalıştığım yıllarda her geçen yıl ne kadar daha derinlerde suya ulaşıldığının tanığıyım .
Dünyayı kuraklık tehlikesinin beklediğini dünya ikliminin 1,5 derece ısınmasının bile çok değişik ve kapsamlı sonuçlara yol açacağını biliyoruz. Sıcaklık ve yağış değişikliklerinin ağaçsız, bitkisiz alanlarda, ormanlarla veya merayla kaplı su havzalarında ne gibi sonuçlar vereceği tahmin edilmeye çalışılıyor. Sonuçlar pek de iç açıcı görünmüyor. Küresel ısınmanın etkilerinin özellikle yaz aylarında belirginleşeceği , Ağustos ve Eylül aylarında yağışların artacağı ve özellikle bitki örtüsüne sahip olmayan havzalarda sel felaketlerinin yaşanacağı, bu iklim değişikliğinin , su havzalarına önemli etki yapacağı bütün bunların sonucunda dünyayı ve Türkiye’yi kuraklığın beklediği sık sık dile getiriliyor, ancak bu sonla karşılaşmamak için kimlere ne görev düştüğü , ne gibi önlemler alınması gerektiği bu konunun devlet politikası olmasının kaçınılmaz olduğu yeterince gündeme gelmiyor.
Konuyla ilgili Devlet Su İşlerinin ne tür çalışmaları olduğunu izliyorum. ‘’Derelerimi geri istiyorum’’ adı altında bir yarışma düzenlendiğini, ülke genelinde bütün belediyelerin katılabileceğini ,hayatın temel taşı olan su kaynaklarının kılcal damarı olma özelliği taşıyan derelerin korunmasını sağlamak amacıyla düzenlendiğini biliyorum.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu , her yılın 22 Mart gününün, “Dünya Su Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırdı. Dünya Su Gününün 2007 yılı konu başlığı da “Su kıtlığı ile mücadele” olarak belirlendi.
UNESCO kaynaklarından edinilen bilgilere göre , 2007 yılı 22 Mart Dünya Su Günü konu başlığının Birleşmiş Milletlerce "Su Kıtlığı ile Mücadele (coping with water scarcity)” olarak belirlendiği gibi, bununla ilgili uluslar arası sorumluluk da Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO)’na verildi.
Ülkemizde Dünya Su Günü kutlamalarında lider kuruluş ise yine uzun yıllar görev yapmaktan gurur duyduğum ve gönülden bağlı olduğum Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü.22 Mart Dünya Su Günü nedeniyle toplumu ve genç nesilleri suyun hayat için önemi konusunda yeterli bilince ulaştırma “Su kıtlığı ile mücadele” konu başlığında çeşitli faaliyetlerle işlenmesi planlanıyor. 2009 yılında İstanbul’da düzenlenecek olan Beşinci Dünya Su Forumuna yönelik bölgesel hazırlık toplantıları çerçevesinde 22-24 Mart 2007 tarihlerinde Antalya’da Nehir Havzaları Yönetimi Uluslararası Kongresi’nin düzenlenmesi planlanıyor.
Umarım bu girişimler toplumun ve devletin her katmanında destek bulur ve kurak günler yaşanmadan gerekli önlemler alınır.

Wednesday, December 27, 2006

 

Avrupa İnsan Hakları mahkemesi ve Adalet Divanı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Adalet Divanı(28 Aralık 2006)Hürses Gazetesi

II. Dünya Savaşından sonra, insan haklarına saldırıların önlenmesi ve dünyanın bu tür acılara tekrar dönmemesi için yeni arayışlara ve güvencelere ihtiyaç duyulmuştu. Ülkemizin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin bu anlayışların ilk ürünlerinden biri olarak 1949 yılında kuruluşuyla birlikte kişi özgürlüğü, siyasal özgürlük ve hukukun üstünlüğüne bağlı olarak bu amacı paylaşan üyeler arasında, hukuki bütünleşmeyi sağlamak amaçlandı. Konsey birçok sözleşme ve tavsiye kararı kabul etti. Bu sözleşmelerden en önemlisi 1950 tarihli İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme ya da daha çok bilinen ismiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları alanında dünyada mevcut sözleşmelerin en gelişmiş ve etkili olanı. AİHS nin getirmiş olduğu en büyük yenilik, bireyin uluslararası hukukta hak sahibi olabilmesidir. Böylelikle insan haklarının çiğnendiği iddiasıyla bireyler, devlet karşısında haklarını uluslararası yargıya taşımış oluyor.. Sözleşme, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı gösterme ödevini sadece sözleşmeci ülkelere vermemiş, hak ve özgürlüklere saygıyı sağlamak üzere Komisyon ve Divan olmak üzere iki denetim organı öngörmüştü. Ayrıca Avrupa Konseyi’nin bir organı olan Bakanlar Komitesi’ne de bir takım görevler vermişti. 1 Kasım 1998 tarihinde yürürlüğe giren Ek–11 nolu protokol ile Komisyon ve Divan’ın yerine tam zamanlı çalışan tek bir Mahkeme kuruldu ve Bakanlar Komitesi’nin yargısal görevi ortadan kaldırıldı.

Bugün AİHS denetim mekanizmasının günün koşullarına uygun duruma getirilmesi amacıyla Ek–11 nolu protokol ile yeniden düzenlenen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yanısıra Avrupa Adalet Divanını kısaca sizlere tanıtmak istiyorum.

1958'de kurulan Adalet Divanı, Avrupa Antlaşmalarının üye devletler tarafından hukuka uygun biçimde yorumlanmasını ve ulusal hukuktan üstün olarak uygulanmasını sağlıyor. Üye devletler arasında çıkan uyuşmazlıklarda, Adalet Divanı'nın yargı yetkisi mevcut. Yirmi beş yargıç ve sekiz yardımcı kanun sözcüsünden oluşan Adalet Divanı’nda, üyeler her bir üye devletten seçiliyorlar, fakat tarafsız ve bağımsız olma niteliklerini koruyorlar. Adalet Divanı'nın yükünü hafifletmek ve AB hukuk koruması kalkanını yaygınlaştırmak amacıyla 1989'da, 25 yargıçtan oluşan bir de Asliye Mahkemesi kuruldu. Asliye Mahkemesi daha çok AB rekabet kurallarının uygulanmasından çıkan anlaşmazlıklara, şirket ve kişisel başvuru davalarına bakarken, Adalet Divanı, hukuk meselelerinin üzerine gider ve üye devletlerin kanunlarının Avrupa Antlaşmalarına uygun olup olmadığına karar inceliyor ve karar bağlıyor.
Adalet Divanı ve Asliye Mahkemesinin merkezleri Lüksemburg'da bulunuyor. Üye devletler, hem Adalet Divanı hem de Asliye Mahkemesi'nin üyelerini ortak bir kararla altı yıllık süreyle atıyor. Bu süre sonunda yeniden aynı kişiler üyeliklerine üç yıl aralıklarla devam edebiliyor. Hem divanın, hem mahkemenin üyeleri, kendi ülkelerinde en yüksek adalet makamlarında görev almış hukukçulardan oluşuyor.
Adalet Divanı üye devletlerin antlaşmalara aykırı davrandığına karar verebilir, antlaşmalardan doğan yükümlüklerini yerine getirmeyen ülkelere uyarı ve para cezaları verebiliyor. Adalet Divanı, AB hukukunun yaratılmasına yardımcı olmuş ve Avrupa'nın bütünleşme sürecini hızlandırmış bulunuyor.
Divan, ulusal mahkemelerin başvurusu üzerine Birlik hukukunun çeşitli hususlarının yorumlanmasında geçerliliği hakkında kararlar alıyor. Bir hukuki işlemin bu tür tartışmalı bir husus doğurması halinde, ulusal mahkemelerden herhangi biri Avrupa Adalet Divanı’ndan ön karar isteyebiliyor. Ancak bunun için üye devlette daha yüksek bir temyiz mercii bulunmaması gerekiyor. Bu durumda Adalet Divanı'nın kararları kesin ve bağlayıcı oluyor.
Avrupa Adalet Divanı’nın merkezi Brüksel’de ve asli görevi Avrupa Antlaşmalarının üye devletlerce doğru yorumlanmasını ve uygulanmasını sağlamak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merkezi ise Strasburg’ta ve insan hakları ihlallerine karşı koruma sağlamak üzere Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak çalışıyor.

Avrupa Birliği’nin yargı alanındaki bu organları Türkiye’nin AB yolculuğuna paralel olarak, iç hukuk yolları tükendiğinde ihtiyaç duyulduğunda her geçen gün daha fazla yaşamımıza dahil olacağından hepimizi yakından ilgilendiriyor.

 

Avrupa İnsan Hakları mahkemesi ve Adalet Divanı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Adalet Divanı(28 Aralık 2006)Hürses Gazetesi

II. Dünya Savaşından sonra, insan haklarına saldırıların önlenmesi ve dünyanın bu tür acılara tekrar dönmemesi için yeni arayışlara ve güvencelere ihtiyaç duyulmuştu. Ülkemizin de üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin bu anlayışların ilk ürünlerinden biri olarak 1949 yılında kuruluşuyla birlikte kişi özgürlüğü, siyasal özgürlük ve hukukun üstünlüğüne bağlı olarak bu amacı paylaşan üyeler arasında, hukuki bütünleşmeyi sağlamak amaçlandı. Konsey birçok sözleşme ve tavsiye kararı kabul etti. Bu sözleşmelerden en önemlisi 1950 tarihli İnsan Hakları ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşme ya da daha çok bilinen ismiyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, insan hakları alanında dünyada mevcut sözleşmelerin en gelişmiş ve etkili olanı. AİHS nin getirmiş olduğu en büyük yenilik, bireyin uluslararası hukukta hak sahibi olabilmesidir. Böylelikle insan haklarının çiğnendiği iddiasıyla bireyler, devlet karşısında haklarını uluslararası yargıya taşımış oluyor.. Sözleşme, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere saygı gösterme ödevini sadece sözleşmeci ülkelere vermemiş, hak ve özgürlüklere saygıyı sağlamak üzere Komisyon ve Divan olmak üzere iki denetim organı öngörmüştü. Ayrıca Avrupa Konseyi’nin bir organı olan Bakanlar Komitesi’ne de bir takım görevler vermişti. 1 Kasım 1998 tarihinde yürürlüğe giren Ek–11 nolu protokol ile Komisyon ve Divan’ın yerine tam zamanlı çalışan tek bir Mahkeme kuruldu ve Bakanlar Komitesi’nin yargısal görevi ortadan kaldırıldı.

Bugün AİHS denetim mekanizmasının günün koşullarına uygun duruma getirilmesi amacıyla Ek–11 nolu protokol ile yeniden düzenlenen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yanısıra Avrupa Adalet Divanını kısaca sizlere tanıtmak istiyorum.

1958'de kurulan Adalet Divanı, Avrupa Antlaşmalarının üye devletler tarafından hukuka uygun biçimde yorumlanmasını ve ulusal hukuktan üstün olarak uygulanmasını sağlıyor. Üye devletler arasında çıkan uyuşmazlıklarda, Adalet Divanı'nın yargı yetkisi mevcut. Yirmi beş yargıç ve sekiz yardımcı kanun sözcüsünden oluşan Adalet Divanı’nda, üyeler her bir üye devletten seçiliyorlar, fakat tarafsız ve bağımsız olma niteliklerini koruyorlar. Adalet Divanı'nın yükünü hafifletmek ve AB hukuk koruması kalkanını yaygınlaştırmak amacıyla 1989'da, 25 yargıçtan oluşan bir de Asliye Mahkemesi kuruldu. Asliye Mahkemesi daha çok AB rekabet kurallarının uygulanmasından çıkan anlaşmazlıklara, şirket ve kişisel başvuru davalarına bakarken, Adalet Divanı, hukuk meselelerinin üzerine gider ve üye devletlerin kanunlarının Avrupa Antlaşmalarına uygun olup olmadığına karar inceliyor ve karar bağlıyor.
Adalet Divanı ve Asliye Mahkemesinin merkezleri Lüksemburg'da bulunuyor. Üye devletler, hem Adalet Divanı hem de Asliye Mahkemesi'nin üyelerini ortak bir kararla altı yıllık süreyle atıyor. Bu süre sonunda yeniden aynı kişiler üyeliklerine üç yıl aralıklarla devam edebiliyor. Hem divanın, hem mahkemenin üyeleri, kendi ülkelerinde en yüksek adalet makamlarında görev almış hukukçulardan oluşuyor.
Adalet Divanı üye devletlerin antlaşmalara aykırı davrandığına karar verebilir, antlaşmalardan doğan yükümlüklerini yerine getirmeyen ülkelere uyarı ve para cezaları verebiliyor. Adalet Divanı, AB hukukunun yaratılmasına yardımcı olmuş ve Avrupa'nın bütünleşme sürecini hızlandırmış bulunuyor.
Divan, ulusal mahkemelerin başvurusu üzerine Birlik hukukunun çeşitli hususlarının yorumlanmasında geçerliliği hakkında kararlar alıyor. Bir hukuki işlemin bu tür tartışmalı bir husus doğurması halinde, ulusal mahkemelerden herhangi biri Avrupa Adalet Divanı’ndan ön karar isteyebiliyor. Ancak bunun için üye devlette daha yüksek bir temyiz mercii bulunmaması gerekiyor. Bu durumda Adalet Divanı'nın kararları kesin ve bağlayıcı oluyor.
Avrupa Adalet Divanı’nın merkezi Brüksel’de ve asli görevi Avrupa Antlaşmalarının üye devletlerce doğru yorumlanmasını ve uygulanmasını sağlamak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merkezi ise Strasburg’ta ve insan hakları ihlallerine karşı koruma sağlamak üzere Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak çalışıyor.

Avrupa Birliği’nin yargı alanındaki bu organları Türkiye’nin AB yolculuğuna paralel olarak, iç hukuk yolları tükendiğinde ihtiyaç duyulduğunda her geçen gün daha fazla yaşamımıza dahil olacağından hepimizi yakından ilgilendiriyor.

Saturday, December 16, 2006

 

TAŞKIN İNŞAATA KATLANMA ZORUNLULUĞU

4 aralık 2006 Hürses Gazetesi Av.Şule Eyüpgiller
Bahçenin duvarı, evin balkonu, evin köşesi veya saçağı gibi çıkıntıların, kömürlük, odunluk ve hatta dükkan, ev, apartman gibi yapıların bir kısmının hemen yanındaki araziye taştığını görmüş veya bu nedenle kişiler arasındaki sürtüşmelere tanık olmuşsunuzdur. İşte bu nedenlerle vatandaşlar arasında çıkan uyuşmazlıklarda izlenecek yollar Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 725. maddesinde (1) düzenlenmiştir.
bir arazideki inşaatın diğer bir araziye tecavüz etmesi haline hukuk dilinde Taşkın İnşaat adını veriyoruz. Bu durumlarda tecavüz edilen arazinin maliki ve inşaat malikinin hak ve yükümlülüklerini belirtmek istiyorum.

Medeni Kanun madde 718 e göre, arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına, yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer. Bu kurala göre, bir arazideki inşaatın diğer bir araziye tecavüz etmesi halinde, tecavüz eden kısmın üzerinde bulunduğu arazinin bütünleyici parçası olması ve onun mülkiyetine tabi olması gerekirdi. Ancak Türk Medeni Kanunu’ndaki “taşkın inşaat” düzenlemesi ile yasa koyucu genelin ekonomik çıkarları için yapının kalıcı olması amacını güderek bu kurala istisna getirmiş bulunuyor.
Medeni Kanun madde 725 gereğince “Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur. Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.”
Bu maddeye göre yanındaki arsaya tecavüz etmiş olan inşaat ve imalat sahibi kimsenin o arsa üzerinde ayni bir hakkı varsa, bunlar o kimsenin arsasının bütünleyici parçası oluyor ve tecavüz eden kısmı irtifak hakkı olmak üzere tapuya tescil ettirebiliyor. Böyle bir irtifak hakkı yoksa, taşkın inşaat nedeniyle arsasına tecavüz edilmesi dolayısı ile zarar gören arsa sahibi tecavüzü öğrendiği tarihten itibaren 15 gün içinde itiraz etmemiş ise, taşkın inşaatın iyi niyetle yapıldığı durum ve koşullarda gerçekleştiği takdirde, inşaatı yapan kimse uygun bir bedel karşılığında tecavüz ettiği arsa üzerinde taşan kısım kendisine ayni bir hak verilmesini veya bu kısmın mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebiliyor.

Kanun’da taşkın inşaat yapanın diğer kişiye uygun bedel ödemesi öngörülüyor. Bedelin belirlenmesi ise bir takdir işi olarak hakime düşüyor. Bu durumlarda takdir hakkı kullanılmadan önce bilirkişiye başvuruluyor. Taşkın yapının kapladığı kısmın dava günündeki gerçek değeri araştırılıyor, geri kalan toprak parçasının değerinde bir eksilme olup olmadığı bu yüzden toprak sahibinin zarara uğrayıp uğramadığı inceleniyor. Bu şekilde sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde uygun bir bedel tayin ve takdir edilmesi gerekiyor.
Medeni Kanun madde 725 de belirtilen şartların gerçekleşmesi durumlarında arazi maliki taşkın inşaata katlanmaya mecbur oluyor. Bu şartlar gerçekleşmezse arazi maliki tecavüze neden olan taşkın inşaata katlanmaya mecbur değildir; tecavüz eden kısmın kaldırılmasını her zaman isteyebilir.
Benden size tavsiye, eviniz ya da arsanız var ise, komşunuzun yapmaya başlayacağı inşaata her an dikkat etmenizde yarar var. Aksi durumda çok geç olabilir; taşkın bir inşaata katlanmak zorunda kalabilirsiniz.

 

AVUKATLIK MESLEĞİNDE SORUMLULUK SİGORTASI

2 Aralık 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller
Dava sürecinde yapılabilecek hatalara karşı avukatları ve üçüncü şahısları garanti altına alan mesleki sorumluluk sigortaları gelişmiş ülkelerde zorunlu. AB sürecindeki Türkiye’de de gündeme gelecek olan hukuki meslek sigortası ile ilgili bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.

ABD ve Avrupa'da bir baroya kayıtlı bulunan avukatların tümü sorumluluk sigorta poliçesine sahip, sorumluluk sigortası olmayan avukatın davalara girmesine izin verilmiyor. Ülkemizde de Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde avukatların bu poliçeye sahip olması gerekecek. Şu anda Türkiye'de avukatların sadece yüzde 1'i mesleki sorumluluk sigortasına sahip; halen avukat mesleki sorumluluk sigortaları sadece uluslararası sigorta broker şirketlerinden talep edilebiliyor. Ancak yurtdışı bağlantılı şirketlerle çalışan büyük hukuk firmaları bu sigortayı alıyorlar.Avukat mesleki sorumluluk sigortaları, poliçenin yürürlükte olduğu sürece olabilecek tüm yasal problemleri kapsıyor. Avukat davayı delillere göre değil de yanlış kanılarla yürütürse ya da belli konuları ihmal ederse zarara uğrayan müvekkil, avukatı hakkında bir dava açabiliyor. Dava sonucu avukat hatalı bulunursa, sorumluluk poliçesi devreye giriyor ve avukatın zararını karşılanıyor. Üstelik sadece sadece müvekkiller değil görevi kötüye kullandığı gerekçesiyle baro ve hükümetler de dava açabiliyor.Açılan dava sonucunda avukatın bilerek adaleti yanılttığı, görevini kötüye kullandığı ortaya çıkarsa sigorta şirketi zararı ödemiyor. Aynı şekilde dolandırıcılık ve sahtekarlığa karıştığı saptanırsa da avukat teminat dışında kalıyor.
Gelişmiş ülkelerde bu alanda ödenen tazminatlar belirli olduğu için primler daha kolay hesaplanıyor, ancak Türkiye'de benzer vakalar bulunmadığı için bu tür primlerin belirlenmesinde de zorluklar yaşanıyor. Yapılan araştırmalara göre de, bu alanda son yıllarda dünyada primler hızla yükseliyor. Öyle ki son iki yılda bazı hukuk alanlarında risk çok arttığından, bu konuda çalışan avukatlardan yüzde 400 e kadar daha fazla prim talep ediliyor.
Avukatlar şu an için Türkiye'de hiçbir müşterileri bu sigortayı şart koşmadığı için prim ödemek istemiyorlarlar. Hukuki sorumluluk sigortalarının alınmamasındaki bir diğer neden ise, Türk hukuk sisteminde avukatların hatalarına verilen cezaların çok düşük miktarlarda olması.Avrupa Barolar Konseyi (CCBE)'nin sorumluluk sigortaları konusunda asgari limitler belirledi ve 700 bin Avrupalı avukatı bünyesinde toplayan CCBE, tüm Avrupa’da görev yapma yetkisi olan kendisine bağlı avukatların her hasar için 100 bin Euro olmak üzere yıllık en az 200 bin Euro asgari teminatla sigortalı olması gerektiği kararına vardı. Tabii isteyen ve ihtiyaç duyan avukatlar için bu teminat limitinin çok çok üstüne çıkmak da mümkün.
Hukuki mesleki sorumluluk sigortalarında primler, avukatların hangi alanlarda davalara baktığına göre belirleniyor, yani örneğin boşanma davaları ile ilgilenen bir avukat ile ticaret hukukunda faaliyet gösteren farklı maliyete katlanıyor. Sigorta yapılırken avukatın aldığı davaların büyüklük ve gelirlerine, hangi ülkelerde faaliyet gösterdiğine ve siciline bakılarak, daha önce davalarında hata yapıp yapmadığı da incelenerek karar veriliyor. Primler dava büyüklüklerine, alanlarına ve faaliyet gösterilen ülkelere göre çok değişiklik gösterebiliyor.

Kısaca belirtmek gerekirse, maddi bir yük getirmesine karşılık bu poliçeler de diğer sigorta türleri gibi , hem avukatların, hem de müvekkillerin rahat uyumasını sağlıyor.

 

TÜKETİCİ HAKLARI VE KÖPRÜ ÜCRETLERİ

1 Aralık 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller

Tüketici hakları, zaman zaman yurttaşlık hakları ile aynı platformda hukuki boyuta taşınabiliyor. Bunlardan biri de köprü ücretlerine yapılan zamlar konusu. Tüketici Dernekleri, geçtiğimiz aylarda köprü ve otoyol geçiş ücretlerine yapılan zamların iptali ve yürütmenin durdurulması ile ilgili Bölge İdare Mahkemesi’ne dava açtılar.

Dava dilekçesinde, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün yaptığı zammın,ekonomik dengeyi bozucu ve enflasyonu tetikleyici nitelikte olmanın yanısıra müvekkillerin menfaatlerini zedeleyecek nitelikte olduğunu ileri sürdüler. İdare’nin tüketicilerden “cebren gelir sağlama yetkisi” olmamasına rağmen, Karayolları’nın sadece “Bakanlık oluru” ile zam kararı alınarak uygulamaya konulduğuna dikkat çektikten sonra şu görüşlere yer verilmişti. Anayasa’nın 73.maddesine göre, kamu giderlerinin karşılanması için alınacak vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükleri belirleme yetkisi Bakanlar Kurulu’na aittir. Hal böyleyken, İdare’nin yetkisini aşarak yaptığı işlem hukuka aykırı görünüyor.

İdare’nin, bir kamu hizmeti faaliyetini, kar elde edeceği bir ticari sektörel faaliyet olarak gerçekleştirmesi Anayasa’ya ve İdare Hukuku’nun temel ilkelerine aykırı değil mi?. Kamu hizmetinden yararlanan yurttaşlar, müvekkillerin de içinde bulunduğu tüketiciler, Karayolları Genel Müdürlüğünün “ticari ortakları” değildir. Nitekim; Karayolları Genel Müdürlüğü’nün 2001 yılında gerçekleştirdiği zamlara ilişkin idari işlemin iptali için de da yargı yoluna başvurulmuş; Ankara 4 üncü İdare Mahkemesi "ulaşım kamusal hizmet, gelir artırıcı sektör değildir" şeklinde yaklaşımda bulunarak yürütmenin durdurulmasına karar vermişti.
.
İdarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olması ve yetki, sebep, konu, şekil ve maksat unsurlarının hukuka uygun olması gerekir. Dava konusu idari işlemin yetki, konu,sebep ve şekil açısından hukuka uygunluğu tartışmaya açık..Uygulanması halinde vatandaşın menfaatlerini haleldar edecek ve telafisi imkansız sonuçların meydana gelmesine sebep olacağı da açık.

İşleme esas alınan sebebin fiilen ve hukuken gerçekleşmiş olması kadar bu yetkinin kullanılmasını hukuken haklı kılacak bir nitelik de taşıması gerekir.Bu koşullara uyulmadan alınan takdir yetkisi içindeki işlemler sebep ve maksat unsurları yönünden sakat ve yasaya aykırı olur. Davalı İdare’nin yaptığı işlem bu yönden de yasaya aykırı ,sakat ve iptali gereken bir işlem sözkonusu.

Kanımızca, tüketici derneklerinin görüşü haklıdır. Ulaşımın devlet açısından gelir sağlayıcı bir sektör değil kamusal hizmet olduğu açıktır. İdarenin ulaşım hizmetini sağlarken maliyetinin tümünün yararlanan yurttaşlar tarafından karşılanması sözkonusu değildir. Adalet prensibi yönünden kullanan yurttaşların makul bir katılım payı ödemesi gereklidir.

 

ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİ

27 Kasım 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller
Yeni Türk Ceza yasasıyla özel hayatın dokunulmazlığına önemli sayılabilecek korumalar getirildi. Özel Hayatın Gizliliğini İhlal başlığı altında düzenlenen 134 üncü maddede kişilerin özel hayatının gizliliğini ihlal eden kimselerin altı aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılacağı, gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlal edilmesi halinde cezanın bir yıldan az olamayacağı hüküm altına alınmış.
İnsan hakları evrensel beyannamesinin 12’nci maddesinde, kişilerin gizli alanlarına saygı gösterilmesi düzenlenmiştir. Anayasamızın 20’ci maddesinde “herkes özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” denmektedir Özel hayatın gerçekleşme alanı olan konut dokunulmazlığı da önemli bir yasak alandır. Bunun yanı sıra haberleşmenin gizliliği koruma altına alınmıştır.
Kişinin özel yaşamı, “Kamuya açık alan ve sır alanı” olarak ikiye ayrılabilir.
Kamuya açık alanda kişi yaşamını sürdürürken genellikle gizleme gereğini duymaz. Ancak bu alan diğer bireylerin ve yayıncıların rahatlıkla müdahale edebileceği bir alan değildir. Bu alana çok sınırlı olarak müdahale edilebilir.
Bireyin günlük yaşam faaliyetleri ve davranışları izlenemez. İzlenmesi, herhangi bir yolla kayıt yapılması veya fotoğraf çekilmesi hukuka aykırılık teşkil eder.

Ancak bu kuralın da istisnaları vardır. Yayıncılık açısından bu istisna kişinin davranışlarının haber değeri taşıması veya izninin bulunması halleridir. Eğer kişi gazetecileri davet ediyorsa, fotoğrafı çekilirkenki memnuniyeti her halinden anlaşılıyorsa zımnen de olsa izin verildiği düşünülebilir. Burada da sınırlamalar mevcut. Verilen izin kadar çekim yapılmadığı ya da görüntü alınmadığı durumlarda yine hukuka aykırılık söz konusu olabilir.
.
Özel yaşama medyanın müdahale edebileceği bir diğer alan da, yayına konu olan kişinin hukuka aykırı davranışlarda bulunduğu durumlardır. Medya mensupları bu tür olaylarla karşılaştıklarında yasalara uygun yollardan bilgi edinmek koşuluyla haber ve eleştiri amacıyla bunları yayınlayabilirler

Bireyin sır alanı ise, diğer kişilerin bilgileri dışında tutulan alandır. Aile hayatı, özel dostluklar, ikili ilişkiler ve duygusal yaşam bu kapsamda değerlendirilebilir. Doğal olarak mektuplar, anılar fotoğraflar, filmler gibi çeşitli dökümanlar gizlidir ve bunlara yönelik her türlü müdahale hukuka aykırıdır.

Hangi yolla olursa olsun elde edilmiş bulunan benzer bilgilerin hukuka aykırı bir olayın duyurulması amacı dışında kullanılması ve yayınlanması yasaktır.

Yine yargı kararlarına göre, mektup, anı ve sırlar mutlak nitelik taşıyan subjektif haklardır ve yazarının izni olmadan yayınlanması kişilik haklarına saldırı olarak nitelendirilir.

Medeni Kanunda bu konuda açık bir hüküm bulunmamakla birlikte , Fikir, Sanat Eserleri Kanunu’nda. eser niteliğinde bulunmasa bile mektup, anı ya da bunlara benzer dökümanların yazarlarının veya mirasçılarının izni olmadıkça veya ölümünden itibaren on yıl geçmedikçe yayınlanamayacağı konusunda düzenlemeler yapılmıştır..
Bu hükümlere uyulmaması halinde ilgililer tazminat davası açabilirler yanı sıra Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunabilirler.

 

AVUKATLIK SINAVI KALDIRILMALI MI ?

25 Kasım 2006 Hürses av. Şule Eyüpgiller
Avukatlık Kanunu'nun 3 üncü maddesinde; 02/05/2001 tarihinde değişiklik yapılmış “ avukatlığa kabul için Avukatlık sınavını başarmış olma” şartı getirilmişti. Daha sonra 10/05/2002 tarihinde yürürlüğe giren 4765 sayılı kanunun 1 inci maddesi avukatlık sınavının 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültelerine kaydolanlar için geçerli olacağı yasa gereği olarak ortaya çıkmıştı. Bu durumda, 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültesine kaydolup mezun olan ve avukatlık stajına başlayanların, avukatlığa kabul edilebilmek için staj bitim belgesi aldıktan sonra bu sınava girip başarılı olmak zorundaydılar.
Türkiye Barolar Birliği'nce, Avukatlık Kanunu'nun 28 nci maddesine göre sınavı fiilen gerçekleştirecek olan ÖSYM ile yapılan görüşmeler ve birlikte sürdürülen teknik çalışmalar sonuçlandırılmış Avukatlık Sınav Yönetmeliği'nin 6 ncı maddesi uyarınca Aralık ayında sınav yapılmak üzere protokol imzalanmıştı.




Geçtiğimiz günlerde Meclis Adalet Komisyonu, staj sonrasında yapılacak avukatlık sınavının uygulanmadan kaldırılmasına ilişkin kanun teklifini benimsedi. Adalet Komisyonu, staj başlangıcına alınması için Avukatlık Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa teklifi üzerinde alt komisyon tarafından hazırlanan rapor ile avukatlık sınavının kaldırılmasına ilişkin diğer bir teklifi birleştirerek görüştü.

Meclis’in CHP'li üyeleri , avukatlık sınavının kaldırılmasına karşı çıktılar. AKP'li milletvekilleri ise sınavın, avukatlık mesleğinin itibarını artırmayacağını, iyi hukukçu yetiştirilmesine katkı sağlamayacağını savundular.. Mevcut düzenlemeye karşı olanlar ise ''Bu sınavla hukukçulara itibar mı vereceksiniz?'' diyerek, stajla ilgili Avrupa standartlarında farklı bir düzenleme yapılmasının yerinde olacağını, sınavın avukatlık mesleğine katkı sağlamayacağını ileri sürüyorlar. ''Bir sınavla hiç kimse tam hukukçu olmaz'' diyerek yeni düzenlemeye destek veren milletvekilleri, temelde hukuk eğitiminin tartışılmasını öneriyorlar.

TBMM’deki görüşmelerden sonra, avukatlık mesleğine kabul edilebilmek için staj sonrası yapılacak avukatlık sınavında başarılı olma şartının kaldırılmasını öngören kanun teklifi benimsendi. Adalet Komisyonunun benimsediği kanun teklifinin, Genel Kurulda kabul edilmesi ve yasanın, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması durumunda, hazırlıkları tamamlanan sınav yapılmayacak.
Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, avukatlık sınavının kaldırılmasının tarihi bir hata olacağı görüşünde olduğunu açıkladı. Avukatlık mesleğinin itibar kaybettiğini, disiplin suçlarında artış olduğunu anlatan Özok, sınavın çözüm olmadığını ancak bir yerden başlanması gerektiğini kaydetti. Düzenlemeye karşı olduklarını belirten Özok, 23 Aralık'ta yapılacak sınavla ilgili yeni düzenleme yapmanın, halk tabiriyle ''pişmiş aşa su katma'' anlamına geleceğini belirtti. Özok, avukatlık mesleği açısından olumsuz bir karar alındığını ifade ederek, ''Teklifin yasalaşması, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı açısından çok büyük bir eksiklik yaratacaktır'' dedi.
Barolar Birliği’nin görüşlerine katılıyoruz. Gelişmiş ülkelerin hemen tümünde görülen, Avrupa Birliği müktesebatında da bulunan, mesleğe başlangıç sınavları, kamuya hizmet veren mesleklerin kalitesinin yüksek tutulmasını sağlıyor. Ülkemizde de örneğin muhasebe mesleğinde, sınav sistemi yıllardır uygulanıyor ve yarar sağlıyor.
Beş yıl önce çıkan bir yasanın ‘’son dakikada’’ uygulamadan kaldırılmasını mevzuatımızın ‘’yaz boz’’ tahtasına dönüştürülmesini desteklemek mümkün değil. Avrupa ülkelerindeki meslek standartlarına yaklaşabilmek için sınav sisteminden kaçmak değil, bu sistemi uygulamak ve geliştirmek zorundayız.

 

AVUKATLIK SINAVI KALDIRILMALI MI ?

23 Kasım 2006 Hürses Av.Şule Eyüpgiller

Avukatlık Kanunu'nun 3 üncü maddesinde; 02/05/2001 tarihinde değişiklik yapılmış “ avukatlığa kabul için Avukatlık sınavını başarmış olma” şartı getirilmişti. Daha sonra 10/05/2002 tarihinde yürürlüğe giren 4765 sayılı kanunun 1 inci maddesi avukatlık sınavının 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültelerine kaydolanlar için geçerli olacağı yasa gereği olarak ortaya çıkmıştı. Bu durumda, 10/05/2001 tarihinden sonra hukuk fakültesine kaydolup mezun olan ve avukatlık stajına başlayanların, avukatlığa kabul edilebilmek için staj bitim belgesi aldıktan sonra bu sınava girip başarılı olmak zorundaydılar.
Türkiye Barolar Birliği'nce, Avukatlık Kanunu'nun 28 nci maddesine göre sınavı fiilen gerçekleştirecek olan ÖSYM ile yapılan görüşmeler ve birlikte sürdürülen teknik çalışmalar sonuçlandırılmış Avukatlık Sınav Yönetmeliği'nin 6 ncı maddesi uyarınca Aralık ayında sınav yapılmak üzere protokol imzalanmıştı.




Geçtiğimiz günlerde Meclis Adalet Komisyonu, staj sonrasında yapılacak avukatlık sınavının uygulanmadan kaldırılmasına ilişkin kanun teklifini benimsedi. Adalet Komisyonu, staj başlangıcına alınması için Avukatlık Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa teklifi üzerinde alt komisyon tarafından hazırlanan rapor ile avukatlık sınavının kaldırılmasına ilişkin diğer bir teklifi birleştirerek görüştü.

Meclis’in CHP'li üyeleri , avukatlık sınavının kaldırılmasına karşı çıktılar. AKP'li milletvekilleri ise sınavın, avukatlık mesleğinin itibarını artırmayacağını, iyi hukukçu yetiştirilmesine katkı sağlamayacağını savundular.. Mevcut düzenlemeye karşı olanlar ise ''Bu sınavla hukukçulara itibar mı vereceksiniz?'' diyerek, stajla ilgili Avrupa standartlarında farklı bir düzenleme yapılmasının yerinde olacağını, sınavın avukatlık mesleğine katkı sağlamayacağını ileri sürüyorlar. ''Bir sınavla hiç kimse tam hukukçu olmaz'' diyerek yeni düzenlemeye destek veren milletvekilleri, temelde hukuk eğitiminin tartışılmasını öneriyorlar.

TBMM’deki görüşmelerden sonra, avukatlık mesleğine kabul edilebilmek için staj sonrası yapılacak avukatlık sınavında başarılı olma şartının kaldırılmasını öngören kanun teklifi benimsendi. Adalet Komisyonunun benimsediği kanun teklifinin, Genel Kurulda kabul edilmesi ve yasanın, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması durumunda, hazırlıkları tamamlanan sınav yapılmayacak.
Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, avukatlık sınavının kaldırılmasının tarihi bir hata olacağı görüşünde olduğunu açıkladı. Avukatlık mesleğinin itibar kaybettiğini, disiplin suçlarında artış olduğunu anlatan Özok, sınavın çözüm olmadığını ancak bir yerden başlanması gerektiğini kaydetti. Düzenlemeye karşı olduklarını belirten Özok, 23 Aralık'ta yapılacak sınavla ilgili yeni düzenleme yapmanın, halk tabiriyle ''pişmiş aşa su katma'' anlamına geleceğini belirtti. Özok, avukatlık mesleği açısından olumsuz bir karar alındığını ifade ederek, ''Teklifin yasalaşması, hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı açısından çok büyük bir eksiklik yaratacaktır'' dedi.
Barolar Birliği’nin görüşlerine katılıyoruz. Gelişmiş ülkelerin hemen tümünde görülen, Avrupa Birliği müktesebatında da bulunan, mesleğe başlangıç sınavları, kamuya hizmet veren mesleklerin kalitesinin yüksek tutulmasını sağlıyor. Ülkemizde de örneğin muhasebe mesleğinde, sınav sistemi yıllardır uygulanıyor ve yarar sağlıyor.
Beş yıl önce çıkan bir yasanın ‘’son dakikada’’ uygulamadan kaldırılmasını mevzuatımızın ‘’yaz boz’’ tahtasına dönüştürülmesini desteklemek mümkün değil. Avrupa ülkelerindeki meslek standartlarına yaklaşabilmek için sınav sisteminden kaçmak değil, bu sistemi uygulamak ve geliştirmek zorundayız.

 

GAYRİMENKUL VE OTOMOTİVDE KAMPANYALI SATIŞLAR

20 Kasım 2006 Pazartesi Hürses Av.Şule Eyüpgiller
Ülkemizde 1950 li yıllarda bankaların kura yoluyla ev dağıttığı dönemlerden bu yana herhangi bir yasal düzenlemeye konu olmadan, tüketici hakları korunmadan, gelişigüzel yapılan ve birçok tüketicinin geçmişte mağdur olmasına neden olan kampanyalı satış uygulamaları nihayet 2003 yılında düzenlenmişti. 13 Haziran 2003 tarihli Kampanyalı Satışlara İlişkin Uygulama Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik hükümleriyle kampanyalı satış, “gazete, radyo, televizyon ilânı ve benzeri yollarla tüketiciye duyurularak düzenlenen kampanyalara iştirakçi kabul edilmesi ve malın veya hizmetin daha sonra teslim veya ifa edilmesi suretiyle yapılan satış türü” olarak tanımlandı. Yönetmelikte yapılan düzenlemeyle 2005 yılı başı itibariyle gayrimenkul ve otomotivde tüm kampanyalı satışların izin belgesine bağlanması hükme bağlanmıştı. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı geçtiğimiz dönemde bu yönetmelik kapsamında ciddi denetimler yürüterek şartlarına uygun olmayan kampanyalar veya izinsiz kampanyalarla ilgili küçümsenemeyecek cezalar kesilmesine karar verdi.
Düzenlenecek kampanyalı satışlarda, belirli malların kampanyaya konu olması durumunda, “Kampanyalı Satış İzin Belgesi” alınması zorunlu tutuldu: Konut ve tatil amaçlı gayrimenkul, motosiklet, otomobil, minibüs. Gayrimenkul ve otomotiv ürünleri dışında kalan mal ve hizmetlerin, kampanyalı satış yöntemi ile satılması durumunda Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’ndan izin alınmasına gerek görülmüyor. Ülke genelini kapsayan kampanyalı satış düzenleyenler Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü’ne, yerel düzeyde kampanya düzenleyenler ise merkezlerinin bulunduğu Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü’ne müracaat ederek “Kampanyalı Satış İzin Belgesi” almak zorundalar.
Başvuru sırasında son derece kapsamlı belgeler isteniyor: Bakanlığın internet sayfasında ilan edilen örneğe uygun Kampanyalı Satış İzin Belgesi , satıcı veya sağlayıcının ticari faaliyet alanını ve kuruluşunu gösteren Ticaret Sicil Gazetesi, satıcı veya sağlayıcıyı temsil etmeye yetkili olanların noter onaylı imza sirküleri, Mali Müşavir veya Yeminli Mali Müşavir tarafından onaylı en son tarihli bilanço, İthal mallar için yurtdışındaki üretici veya yetkili dağıtıcı ile yapılan anlaşmanın yeminli tercüme bürosunca çevirisi yapılan Türkçe örneği, bir önceki yıl içerisinde düzenlediği kampanyaların sonuçları hakkında, bağımsız denetim kuruluşu tarafından düzenlenen raporun noter onaylı bir nüshası.
Malın teslim ya da hizmetin ifa süresi, sözleşmenin düzenlendiği tarihten itibaren hiçbir şekilde oniki ayı, konut ve tatil amaçlı taşınmaz mallar için ise 30 ayı geçemiyor. Kampanya düzenleme yetki belgelerinin geçerlilik süresi iki yıl olduğundan süre sonunda belgenin süresinin uzatılması gerekiyor. Kampanyalı satışlara ilişkin ilan ve reklamların Reklam Kurulunca belirlenen ilke ve esaslara uygun olması gerekiyor. Taksitli kampanyalı satış ilanlarında, kampanyanın başlangıç ve bitiş tarihleri ile kampanya konusu mal veya hizmetin peşin satış fiyatı ile varsa taksitle satış fiyatının ayrı ayrı belirtilmesi zorunlu. Kampanyalı satış izin belgesi, kampanya ilan ve reklamlarında kullanılamıyor.
Kampanyalı Satış Sözleşmelerinin belirli kurallara uygun olması gerekiyor.Kampanyalı satışlarda satıcı veya sağlayıcının son derece ayrıntılı bilgileri yazılı olarak bildirmeleri ve taraflar arasında akdedilen sözleşmenin bir nüshasını tüketiciye vermeleri zorunlu. Bu bilgiler; Tüketicinin ve kampanyayı düzenleyenin isim, unvan, açık adres, telefon ve varsa diğer erişim bilgileri, sözleşmenin tarihi, peşin satış fiyatı, toplam satış fiyatı, faiz miktarı, faizin hesaplandığı yıllık oran ve (sözleşmede belirlenen faiz oranının yüzde otuzunu geçmemek üzere) gecikme faizi oranı,borçlunun temerrüde düşmesinin hukuki sonuçları, peşinat tutarı, ödeme planı, kampanyanın bitiş tarihi, mal veya hizmetin teslim veya ifa tarihi ve şekli, marka, model, renk ve benzeri ayırıcı özellikleri.
Bu bilgilere ek olarak tüketicinin ödemelerinin, malın teslim ve hizmetin ifa edileceği tarihe kadar ne şekilde güvence altına alındığının , sigorta ettirilmesi veya banka teminatı altına alınmasına ilişkin şartların belirlenmesi önem taşıyor. Bu güvenceler sağlanmadan kampanya düzenlenmesi de sözkonusu olamıyor.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın kampanyalı satışlar alanındaki yoğun çalışmaları devam ediyor. Tüketicinin korunması konusunda bu önemli gelişmeleri memnuniyetle izlerken, bu önemli konuda yaygın, adil ve etkin uygulamaların devamını diliyoruz.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?